İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sayna Soleimanpour: Çalışmalarım, benim varlık sancılarımın bir izdüşümü

Her zaman kendimizi ifade edecek bir yol arıyoruz. Kendimizi, kendimize tanıtacak ve toplumla iletişim kurabilecek bir araç… Bazılarımız bunu bilimin, metafiziğin ışığında ararken, bazılarımız sanatın duyusal ve duygusal kudretine sığınarak yapıyor. Bu arayış içinde olan ruhlardan birisi de Sayna Soleimanpour… Oto portrelerinde, ruhunu algılanabilir bir biçimde dışavururken, kendi benliğine doğru bir yolculuğa da çıkıyor. Aynı zamanda bu yolculukta ara ara sanat tarihine de selam duruyor. Geçmişin ve şimdinin birikimiyle dolu çarpıcı bir hayal gücü…

Lafı fazla uzatmadan Sayna Soleimanpour’un kim olduğuna ve çalışmalarına bakalım.

Oto portre bir anlamda sanatçı için kişisel aydınlanma ve estetik başarının kritik ve önemli bir ölçütüdür. Her oto portre deneyimi fotoğrafçının / ressamın kendisiyle yüzleşme, karşılaşma, hesaplaşma anı olduğu kadar kendini ve sanatını aşma çabasıdır. Oto portre, ressamın veya fotoğrafçının kendini, kendine bıraktığı en dürüst ve yalın halin kaydıdır.  

Merhabalar, çalışmalarınızdan önce sizi tanıyarak başlayalım isterseniz. Sayna Soleimanpour kimdir?

İsmim Sayna, 25 yıldır yaşıyorum. Çocukluğumdan beri sanatla iç içe büyüdüm, Avni Akyol Güzel Sanatlar lisesinde Resim eğitimi aldım, halihazırda ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde fotoğraf eğitimime devam ediyorum.

Kendinizi çekmeye ne zaman başladınız ve bu oto portre çalışmalarına yüklediğiniz anlam nedir?

10 Yaşımdan beridir fotoğraf çekerek varlığı tanıyorum. Çocukken babamın bana hediye ettiği fotoğraf makinesinin zamanlayıcı ayarını kurup kendimi fotoğraflamaya başladım. Zamanla bu eylem kendime oluşturduğum bir ifade dili ve dışavurum yöntemine dönüştü.

Sizi ilk olarak Kadıköy sokaklarındaki çekimlerinizle tanıdık. Evinizi sokağa taşıdınız. Bu fikir nereden aklınıza geldi? Ve en çok merak ettiğim nokta, çekimlerin arka planında neler yaşanıyor?

Bu seri sokağa çıkma yasağında sokakların boş kalarak bana göre anlam değiştirmesi ve kadınlar için güvenli bir alan haline gelmesi fikri ile ortaya çıktı. Bu yüzden evimi sokağa taşıdım, çelişkilidir ki kimileri için boş sokaklar evlerimizden bile daha güvenli. Çekimlerimin arka planları çekimin kendisinden daha enteresan ilerliyor, Galata’ya küvet taşıdık mesela, küveti bulma süreci olsun arabayla oraya kadar taşıması olsun oldukça garipti, çekimden sonra ne yapalım biz bu küveti diye düşündük, götürüp ormana bırakmaya karar verdik, arada uğruyoruz yanına 🙂

Cüretkâr çalışmalarınız ile hem bakan göz oluyorsunuz hem de bakılan… Bu bana  Cindy  Sherman’ı  hatırlatıyor.  Sherman’nın 70’li yıllardan beri fotoğraflarında kendini model olarak kullanarak, birçok farklı karakterlere bürünüyor. Fotoğrafı saf haliyle değil, kavramsal sanat malzemesi olarak kullanıyor. Kurguladığı farklı temsilleri, tek bir imge olarak kendi vücuduna aktarması ile fotoğrafın benliği yansıtmadaki meşruluğunu göstermek istediği söylenilebilir. “Beden, kimlik ve fotoğraf” üçlemesi hakkında siz ne düşünüyorsunuz? 

Cindy Sherman’ın fotoğrafları ile lisedeyken tanışmıştım, o zamanlar benim gibi otoportre çekerek sanat dünyasında kendini var edebilmiş bir kadın ile tanışmak bana oldukça güç vermişti. Sherman’ın kimlik üzerine araştırmaları oldukça çeşitli. Ben çalışmalarımda Sayna kimliklerimin dışına çıkmıyorum. Fotoğraflarım kendime anlatmak istediklerim, kendimde bulmak istediklerim. Bu yüzden yaptığım şeye sanatım demeyi tercih etmiyorum, sadece varlık sancılarımın bir izdüşümü. Bu noktada fotoğraf amacım, beden aracım ve kimlik ise arayışım diyebiliriz.

“Fotoğrafın, ilk dönemlerinden itibaren ilişki kurduğu alan resim sanatı oldu. Resim sanatının  fonografik görüntünün biçimsel dilini büyük ölçüde etkilemesi kaçınılmazdı. Bunun iki temel nedeni vardı; birincisi fotoğrafın durağan görsel yapısı gereği en yakın olduğu sanat türü resimdir. İkincisi ilk fotoğrafçılar aynı zamanda dönemin ressamlarıdır.“

Oto portre çalışmalarınızda, Manet gibi sanat tarihinden birçok önemli isme selam sunuyorsunuz. Yine yakın zamanda, Hint Mitolojisinden de beslendiğiniz bir çalışmayı yayınladınız. Dişil gücün, eril güce karşı kazandığı bir zafer olarak bahsedilen, vahşi Tanrıça Kali olarak gördük sizi. Birazda sanatınızın bu yanından bahsedelim isterseniz. Genel olarak sanat tarihi ve mitolojiyle alışverişiniz nedir?  

Doğrusu kendimi bir şeylerle sınırlı tutmaktan hoşlanmıyorum, mitolojiden de sanat tarihinden de oldukça etkileniyorum evet fakat ben her şeyden etkileniyorum, öğrenmekten tarifsiz bir keyif alıyorum. Bu yüzden her durumda kendimi geliştirmeyi amaçlıyorum.

Çalışmalarınızın ileriki süreci için ne düşünüyorsunuz? Aklınızda farklı bir seriye yönelme planı var mıdır?

Elbette her an fotoğraf düşünüyorum, bu seçtiğim bir şey değil. Durmadan gözümde görseller canlanıyor, yaşadığım dönüşümler beynimde görsel betimlemeler yaratıyor. Şu anda 3 farklı serii üzerine aynı anda düşünüyor ve şekillendiriyorum. Aklıma o kadar fazla şey geliyor ki umarım hepsini gerçekleştirebilecek kadar yaşarım 🙂

Son olarak, ortak çalıştığınız bir kurum ya da marka hiç oldu mu? Fotoğraf sanatının ticari yönü hakkındaki yorumunuzu merak ediyorum.

Markalarla işbirliği yapmaya yeni yeni başladım sayılır. Bu noktada hem üretimsel olarak verimli olabilmek hem de kendi tarzımı yansıtabilmek benim için çok önemli bu yüzden oldukça seçici davranıyorum. Fotoğraf sanatının ticari yönüne gelecek olursak özellikle bu dönemde bu konuya bir eleştiri getirecek olursam; İnsanların paraya ihtiyacı var, keşke ülkemiz sanat icra etmek isteyenlere destek olsa, fon ayırsa, genç sanatçı adaylarına burs desteğinde bulunsa… böylelikle daha özgür düşünme ve üretme şansı yakalayabilirdik.

Bu keyifli sohbet için Sayna’ya teşekkür ediyorum. Çalışmalarının devamına bakmak isterseniz saynarte isimli hesabından inceleyebilirsiniz.

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir