İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Seni çok seviyorum, canım kızım!

Yazan: Damla Karakuş

“Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, 

yüzüm ömrümün atlası, 

düzlükleri bunaltı, 

yükseklikleri korku, 

uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. 

Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım?”

Şükrü Erbaş’ın “Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları” şiirinde dediği gibi, nedenini bilmediği bir keder akıyordu bugün damarlarından Ada’nın. Bir de o sormak istiyordu, içli içli: Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım? Kederi, bildiklerinden de fazlasıyla sarıyordu sanki ruhunu. Bu iyileşmenin, dönüşmenin, ruhunu ve kendini keşfetmenin hikâyesiydi. Şimdi komşu evde yaramazlık yapmış da, şiirinin tüm sözcükleri her evdeki tanıdık o desenin üzerine saçılmış, toplayamadan yakalanmış gibiydi. Öylesine tarifsiz, öylesine sıradan, öylesine sıra dışı…

Hastane koridorunda kaç adımdır volta atıyordu, saymamıştı. Kapının ardındaki ameliyatın ne zaman başladığını, ne kadar zaman geçtiğini ayırt edemiyordu. İçinin bütün güzelliklerinin sahibinin yaş alan yüreği dayansın, yaşlanan elleri ona yeniden gerçekten sarılsın diye beklerken, tanıdık desenli o halının üzerinde adımlıyordu şimdi. Aynı bildik hisle. Bu kez içinin balonlarını gökyüzüne gönderemiyordu. Ruhu bu duygudan çok uzakta kâğıt kesikleri ile cebelleşiyordu… 

Neden sonra birden babası Eşref Bey, onun bu halini görüyor karşıdan, bir kaş çatıyor; bu büzüştürdüğü dudaklarına, çoktan musluklarını açtığı gözpınarlarına, sadece ikisinin bildiği acılı bir tokat demek. Belli ki başkaları da tanıyor bu sessiz tokadı, yoksa ne demeye hastaneye halı sersinler! Belli, biri gelecek, üstündeki desenlerini inceleyecek, fırlatılmış keskin bakışlar hıçkırıklarını yutturacak! Sonrası hemen bir geniz sancısı, çene kaslarının yanakları yırtarcasına olay mahallini terk etmek istemesi, gözlerden akamayan her damlanın burnu zorlayışı… 

Ada, bu kez bir cesaret başını halıdan kaldırdı, Eşref Bey’in gözlerindeki bakışa belli belirsiz bir karşılık verdi. Kendine şaşmaktı hissettiği ve nicedir kendine şaşırmamıştı. Bir cesaret daha, baktı sonra; gerçek bir bakış. Ada, gözlerini babasıyla buluşturduğunda istemsizce yaşlar boşalmaya başladı. Bu kez Eşref Bey kızmıyor kızına, sanki gözlerine bakıp ağlayabildiği için teşekkür ediyordu. Zaman dondu ve Ada, gözlerini yeni günün sabahına açtı.

Evet, hepsi bir rüyaydı. Son bir aydır aynı rüyayı görüyordu. Eşref Bey toprak olup gittiğinden beri, halı deseni üzerinde yürüdüğü hissiyatını hiç atamadığı o hastane koridorundan bir adım uzaklaşamamıştı. Daha dün gibiydi; ama babası öleli bir ay olmuştu. Kalbindeki kedere çare bulamıyordu. Sadece uykusunda sevilen bir çocuk olmanın yükünü taşırken, babasına ne “Seni seviyorum” diyebilmiş, ne de ondan duymuştu. Bu gerçeğin ağırlığında her sabah işte böyle kan ter içinde uyanıyor, sonra da tavana diktiği gözlerinde, Eşref Bey’in gözlerini arıyordu. Hiç göz göze gelmemiş, bir kere baba kız olarak şöyle sımsıkı sarılmamışlardı. Öyle ya Ada, babasının gözlerindeki elaya çalan rengi, fotoğraflarına sığındığında fark etmişti. Babasından öyle korkan bir çocukmuş ki meğer onun gözlerine fotoğraflarda bile bakamamıştı. İçi sızladı. Okuduğu kitaplara, izlediği filmlere daha çok özendi, daha çok ağladı. Bugüne dek ağlayışına izin olmayan Ada, içli içli günlerce ağladı. Sonra gülüşü geldi aklına. Öyle yüksek gülüşleri de kısıtlıydı. Ağız dolusu güldü. Babasının gözüne girebilmek için ne çok duygusuna kilit vurmuştu. Şimdi o duyguların hepsi ayaklanıp pankart açmış, hesap soruyordu. Ada’nın bu hesaba tek başına yetişecek gücü yoktu. Doktor Gül’ün kapısını çaldı…

Gül: Başlayalım mı Ada? Babanı kaybettiğin için çok üzgünüm, acını paylaşıyorum. 

Ada: Acımı paylaşmak mı?

Gül: Evet, neden şaşırdın? 

Ada: Henüz tarif edemediğim acımı paylaşma evresine böylesine sıradan geçişime şaşkınım sanırım. 

Gül: Anlatmak, paylaşmak ister misin?

Ada: İsterim… Aslında çok isterim. Ama ne anlatacağımı da bilmiyorum. Babamı kaybettikten sonra sanki tüm duyguların sözlükteki anlamı karıştı. Öylesine çok şeye başka anlamlar yüklemiş, öylesine ben olamamışım ki! Meğer derdim babamlaymış.

Gül: Peki neymiş babanla derdin, buldun mu?

Ada: Buldum sanırım. Ağlamak istediğimde ağlamama izin vermemesi, güldüğümde gülüşüme bir sınır çizmesi… Sonra…

Gül: Sonra? 

Ada: … Sarıldığımız, sevgi dolu anılarımızın olmaması. Ya da var mıydı? Belki de yoktu da, ben varmış gibi oynadım. Çocukken böyle bir oyunum vardı. Kendi kendime oynadığım oyunlarımdan biriydi demeliyim aslında. Babamın uyumadan önce bana masal anlattığını hayal ederdim. Evde televizyon açık olurdu. Orada görürdüm. Babalar, çocuklarını masal anlatarak uyutuyordu. Bizde öyle değildi. Ben de hayal ederdim. Bir süre sonra öylesine inandım ki buna ya da bunun gibi pek çok hayale, gerçekle hayal benim dünyamda yer değiştirmeye başladı. 

Gül: Masal anlatmadı belki; ama başka anılarınız olmuştur. Onlara odaklanmayı denedin mi? 

Ada: Aslına bakılırsa, babam işleri ile ilgilenen, komşu çocuğunu seven, bize gelince çekinen, belki kendini otoriter göstermeye çalışan bir adamdı. Ağlamama dayanamaz ve öfkesiyle sustururdu. Başarılı bir avukattı. Onun işine duyduğu saygıya hayranlığımdan ben de avukat oldum. Bilemiyorum, belki de ona ulaşamıyorsam, geçtiği yollardan yürümek istedim. 

Gül: Peki yürüdüğün yolda mutlu musun? Ya da seni mutsuz eden ne Ada?

Ada: Mutsuz değilim de, rüyalarıma ve içimdeki iflah olmaz kedere çare bulamıyorum. Kendimle çok oyunlar oynardım, şimdi içimden gelmiyor. Her gün size anlattığım rüyayı görüyorum. Aslında güzel bir rüya. Babamla göz gözeyiz, hep istediğim gibi. Rüyamda mutluyum bile diyebilirim. Ama sonra uyanıyorum. Ve o yok. Önceden karşısına geçmeye, -buna cesaret mi demeli bilmiyorum; ama şimdi başka sözcük de bulamıyorum-, cesaret edemezdim. Şimdi ise, kendimce cesaretim var; ama o yok. Ya da belki bu cesaretim zaten o yok diye var. Olsaydı, korkak yanım tüm tedirginliği ile yaşıyorum zannetmeye devam edecekti. Biliyor musunuz, sanırım derdim bu. O gittiği için bu kadar cesurum. Halbuki dünyada ölüm var ve ben ona sığınıyormuşum. Şimdi de ölümden sonraki karmaşa içinde boğuluyorum…

Gül: Bak Ada! Henüz kaybın çok yeni. Elbette çok sorun olacak, çok üzüleceksin. Sadece biraz rahatlamaya çalışmalısın. Belki şimdi inandırıcı gelmiyor; ama seni anlıyorum. Sen de biraz kendini dinle ve kendine haksızlık etme. Danışanlarıma her zaman yazmasını öneririm. Şimdi sana da babana hislerini anlattığın bir mektup yazmanı öneriyorum. Mutlaka yaz, önümüzdeki seansta birlikte okuyalım, olur mu?

Kafasının içinde kurduğu oyunda bir çözüme ulaşmış hissetti kendini. Bu yöntemi hep kullanırdı. Sessiz bir yere geçer ve içindeki Ada ile konuşurdu. Ona teşekkür edip olanca gücü ile gülümseyerek ayrıldı oyunundan. Hafiflemiş hissediyordu. Birine içini açtığını hissetmek iyi gelmişti. Üstelik babasına mektubunda nelerden bahsedeceğini bile düşünmeye başladı. Şimdi dünyanın rutin işlerine dönmeli, hayata karışmalıydı. Beyninin bir köşesinde dönüp dursun, mektup işini geceye bırakmıştı… 

Eve döndüğünde fark etti çok yorulduğunu. Hemen bir duş aldı, küçük bir sandviç hazırladı ve çalışma masasına geçti. Babasını hatırladı. O da böyle yapardı. Onun için önemli bir şeyin peşine düşmüşse, mutlaka çalışma masasına otururdu. Birden gülümsedi Ada, babasının yürüdüğü yollardan geçerken dinlendiği durakları gözlemlemeyi, bir işi onun gibi yapmak için çabalamayı ihmal etmemişti. İçi aydınlandı ve kalemi eline aldı…

“Merhaba Baba, 

Az önceki aydınlanmamdan sonra Eşref Bey desem daha münasipti belki; ama sana ağız dolusu ‘Baba!’ demeyi öylesine özledim ki! Kendimle konuştum bugün biraz. İçimdeki Ada, sana mektup yazmamı önerdi. Neden daha önce benim aklıma gelmediyse! Seni özlüyorum baba. Bugün kendime, içimde seninle verdiğim savaşı anlatırken ne beyhude çukurlarda debelendiğimi anladım. Meğer içimdekileri kendime yüksek sesle anlatmaya ihtiyacım varmış. Doğru, sen bizi hep uykumuzda sevdin. Bense sana olan sevgimi sanırım her yerde haykırmak, ulu orta göstermek istedim. Bana göre aile olmak böyle bir şeydi çünkü. Oysa hepsi aynı kapıya çıkıyormuş. Yine de yol güzeldi be Eşref Bey. Senin yürüdüğün yolda arkandan gelirken, ayrıldığımız kavşak işte buydu. Sen sonuca ulaşmanın derdindeydin, ben yolda olmanın tadını çıkarmak istiyordum. Geçmişe dönüp baktığımda anılarda kaybolmak istiyordum. Ne bileyim belki bir romana, bir filme sahne olmak istiyordum. Şimdi belki hiçbir önemi kalmadı; ama yolda benimle yürümediğin, yolculuğumda bana eşlik etmediğin için sana öylesine kızgınım ki! Bunu atlatamadığımdan bu halim, biliyorum. Seninle yüzleşemedik ya, demek ondan başa sarılmış kasette hep aynı rüyayı görüyorum. 

Şimdi her şeyi fark ediyorum baba. Bu gece rüyama geldiğinde, bana sarıl olur mu? Oyunlar kurduğum hafızama birlikte bir güzel anı nakşedelim. Kendimden sana uzanan yollarda, beni bulmama yardım eden yanım ol. 

Seni seviyorum baba…

Kızın 

Ada”

Mektubuna imzasını bıraktığında bir tüyden farksızdı. Masayı öylece bıraktı ve randevuları için uyumaya geçti. Eşref Bey, kızının isteğini karşılıksız bırakmamış, jilet gibi karşısındaydı. Belki söyleyecek çok şey vardı; ama gerek duymadı. Öyle uzakta durmadı, kızının yanına geldi. Şimdi kızının gözlerine, yıllardır Ada’nın özlemini çektiği gibi sevgi dolu bakıyordu. Ada, babasının elaya çalan renginde kaybolduğunu hissetti. Gerçekten bile daha gerçekti bu an, hissediyordu. Eşref Bey, kızına daha da yaklaştı ve sımsıkı sarıldı. Ada rüyasında bile şaşkındı. Bugünlerde ne kadar çok şaşırıyordu. Sanki babasını buna davet eden o değildi. Bir süre öylece kaldılar. Dünya kaç tur döndü bilmiyordu. Ama Ada göz ucu ile yere baktı. Halı yoktu. Demek halı deseninin olmadığı yerde, sevgi kol geziyordu. Daha sıkı sarıldı. Gözlerini açmadan önce duyduğu o hayatının cümlesini bir ömür kulağına mühürleyecekti:

“Seni çok seviyorum, canım kızım!”

Bir yorum

  1. Ezgi Bulut Ezgi Bulut 13/01/2020

    Ne kadar samimi, ne kadar naif cümleler… İçim ısındı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir