İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sevgili Stefan Zweig

Tüm bu satırlar, yazacaklarımı okuduğun gerçeğine bir anlık kapıldığım o ütopya için. Bir de bir sorunun peşindeyim aslında: “Hayatımız gerçekten bize mi ait?” Muhtemelen sen de bu soruyu çok sordun kendine. Yoksa öyle bir not bırakıp, sevdiğini sol yanına yaslayıp da göçüp gider miydin hiç?

Tam olarak şöyle diyordun notunda:

“Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim. Benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama hayata 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı”.

Bu notu evirip çevirip kaç kere okudum, bilmiyorum. Demek ki diyorum, insanın yaşamak için her gün bir yeni sebep bulması gerekiyor ve ne zamanki bulamaz hale geliyor, zaten o zaman ölüyor. Sen bulamadığını fark ettiğinde, topyekun vazgeçmişsin işte…

*

Hayalimde, yaşadığın hayatta en başa dönüyorum. Bir yerlerde, Viyana sokaklarında şen şakrak koşturan, ailesinin üzerine titrediği, gözlerinin içine bakmaya kıyamadığı ve kültürlü yetişsin diye çabaladığı bir çocuk Stefan var. “Ne de şanslı başlamışsın aslında hayata” demekten kendimi alamıyorum bir an. Ailen sana ömürlük değil, sonsuz bir yol çizmiş; yeni diller öğrenip, edebiyat alanında eğitilmişsin. Aslında sen hep bizimle tanışmak için hazırlananlardan olmuşsun. Ama işte, hayat dediğin başladığı gibi ilerlemiyor ki! Aslında bir yandan, iyi ki de ilerlemiyor…

*

Ama bence sen kendini lise sıralarında Rilke okurken buldun. Hayatının merkezine aldığın Rilke ve şiirleri, sana kendi şiirlerini yazdırdı ve aslında sen ruhunu karanlığa gömmeye işte o sıralarda karar verdin. Her karanlık kötüye delalet olmaz ya her zaman, bir gün yazacakların ne çok ufka ışık olacaktı; sen bilmiyordun. Ama bence hissetmişsindir. Senin ilk aştan farksız bu şiir tutkun olmasa, kim bilir belki bugün ben bu mektubu sana yazıyor olmayacaktım. Ve sen, bana nasıl dokunduğunun hiç farkında olmadan, aşkının kanadına tutunmuş giderken başka boyutlara, geride sonsuzluğun kalmayacaktı… 

Tüm gençliğinle ve hatta ilk başlarda hevesinle de karşıladığın savaş aldı aslında seni bizden; bir de kendinden. O uzun yolculukların sonunda geri dönüş bir savaşın içineydi: I. Dünya Savaşı! Bir gazeteci ve yazar olarak desteklediğin savaşın tam ortasına düşünce, ne kadar anlamsız olduğu kanaatine varırken; tam 3 yıl boyunca dünya savaşına yakından tanık olurken, annenin gözlerine bakmaya kıyamayışını ne sıklıkla anımsadın acaba? 

Şükürler olsun ki, hayatında ne değişirse değişsin, sen ne kadar yolculuğa çıkarsan çık, yazmaktan hiç vazgeçmedin. 1916’da “Babil Kulesi” ve 1918’deki “Zorlama” adını verdiğin yazıların ile de savaşın karşısında sergilediğin tutumun gün yüzü kadar açıktı. 

Savaş ne kadar aldıysa, sonrasında kalemine yansıttığı güçle o kadar da verdi sana. Hayat dengeler üzerine kuruluydu nihayetinde. Bu gerçek senaryoda yaşananlar sürekli kötü gidemezdi ya. Savaştan sonra Salzburg ne de iyi geldi sana. 1937’ye kadar Frederike von Winternit ile sürecek evliliğin vardı şimdi ve en önemlisi lise sıralarında hayranı olduğun bir diğer isim Hugo von Hofmannstahl, bugün evinin konuklarındandı. Ünleniyordun Zweig; bir gün seni tüm dünyanın tanıyacak olmasına öyle çok da yoktu aslında. Zaman göreceli bir kavramdı ve sen ezelden beri bir insanın kalbine işleyecek, hep tanıdık, o bildik hissiyatı verecek kadar gerçek, o ünlü eserini yazacaktın çünkü: Satranç! 

*

Satranç’a varasıya kadar elbette hayat önüne şu baştaki kısacık mektubu yazdıracak pek çok şey çıkarmıştı. Ama bir insan olarak sana sonsuz bir mektup yazamam ki… İnanıyorum yine de, kalbimizden geçen duygular, bir yerlerde çarpışıyor. Ben düşündüm, sen anla… 

Evet, Satranç! Hayattan vazgeçmeden hemen önce yazdığın son eserin. Özellikle biyografi türünde verdiğin eserlerle tanınırken bir anda ‘psikolojiyi’ başarıyla kullanmıştın işte. Hoş, buna şaşmamalı! İnsan en iyi, tanıdığı duyguların kıskacından çıkmasını bilir hiç kuşkusuz. Sen de kendince en doğruya giderken, kendini en iyi böyle aktarabilirdin. 

*

Zweig’e seslenişime şöyle bir es verip, biraz Satranç’ın çıkışından, konusundan ve bize ulaşmasından bahsetmek istiyorum; nihayetinde onun yeri başka… Kitabın hikayesi, New York’tan Buenos Aires’e yol almış bir gemideki yolculardan biri, taşralı ve satranç dışında hiçbir entelektüel yönelimi olmayan, Dünya Satranç Şampiyonu Czentovic çevresinde geçiyor. Czentovic, gemideki herkesten uzak! Onunla iletişim kurabilmenin tek yolunun satranç olduğunu kavrayan bir zengin yolcu, şampiyona para karşılığında satranç oynamayı teklif ediyor ve şampiyon tek başına, karşısında bir grup, başlıyorlar oyuna. Elbette şampiyon bu oyunu kolaylıkla alıyor. Ancak ikinci oyunda karşısındaki gruba dahil olan Dr. B., Czentovic’i zorlamaya başlıyor. İşte asıl hikaye tam bu noktada patlak veriyor ve II. Dünya Savaşı günlerinin Almanya’sına adeta bir ayna tutuyor… 

Türkiye’de ise, ilk kez 23 Eylül 1944’te, Adana’da, “Türksözü” gazetesinde tefrika ediliyor; “Satranç Oyuncusu” adıyla da basılıyor. Gazetenin sahibi ve yöneticilerinden Nevzat Güven, bu çeviriyi yapıyor. Hayat çok ilginç Zweig! Topraklarını bildiğim, çocuk adımlarla yürüdüğüm şehirmiş aslında seni bana getiren. Bunu çok sonra öğreniyorum tabii ben. 

Bir gün bir yerde insanların ruhlarının da yolları bir araçla kesişebiliyormuş. Satranç, New York’ta da 1944’te yayımlanmıştı ve ona çok uzak bir ülkenin şehrinde, Adana’da, yine aynı yıl çevirisi yapıldı. Bazı şeylerin büyüsü bir başka yayılıyor sanırım Zweig; Adana sokaklarına yayılmış portakal çiçekleri gibi. Artık o kokuyu sen de biliyorsun…

*

İşte kitapta Almanya’ya tuttuğun şu ayna var ya, aslında sanırım o aldı içinde ertesi gün bir kez daha yaşamak için sebep bulma isteğini. Aslında biraz daha sabretsen, portakal çiçeği kokusu, bence seni hayata bağlayabilirdi. İntiharını doğru bulmuyorum, ama özgürlüğünü de kıskanmadan edemiyorum sanırım.

Çünkü gözlerimi kapatıp da yaşadığın zaman dilimine geldiğimde – yapabiliyorum çünkü hayal eden herkes yapabilir – insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan bunca öfkeye seyirci kalamamanı anlıyorum. Tamamen bu hissiyatla yakın dostun Joseph Roth’a yazdığın şu cümleyi de anlıyorum: “Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak”.

Haklıydın. Gerçekten de bu kısacık ve içi çok ağır cümle gerçek oldu. Çünkü bir süre sonra kitapların yakıldı, sevdiğin herkes, senden çok uzağa sürüklendi. Doğduğun topraktan, ırktan bu şekilde koparılmak, savaşın bunca yakından bildiğin ve hissettiğin yanı canını yakıyordu. Dünyanın sana kapılarını kapattığını hissederek yazdın dostuna mektubunu: 

“Bir nefretin çift taraflı ağırlığıyla yere serilmiş durumdayım, savaşa neden olan Almanya’ya duyduğum nefret ve savaşın galibi olan Avusturya’daki Yahudilere duyduğum nefret benim gibi insanları yok edecek, yaşamak için birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki, nereye kaçmalı? Dünya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve düşman olarak hor görüleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum”.

Ben de sana, hissettiğin “umutsuzluğu” anladığımı, yıllar yıllar sonrasından yazıyorum. Londra’da oturma vizesi alamamış, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmuştu. Tüm bunlar çok ağrına gidiyordu Zweig. İntihar etmekte haklı değildin; ama özgürdün…

*

Ve sonunda çağırdığın o günü, sevgili hayat arkadaşın Lotte Altmann ile karşıladın. 6 Eylül 1939’da evlendiğinden bu yana ayrılmadığın hayat arkadaşın ile sonsuzluğa yol aldın. Olaylar şöyle gelişti:

“14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki, ağızlarından kan damlatan adamların yazdığı gazetelerin manşetini gördüler. Naziler, Süveyş Kanalına doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.

22 Şubat günü, Stefanlar’ın yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hiç böyle yapmazlardı. Ses alamayan hizmetçiler, hiç vakit kaybetmeden polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzara tek hıçkırıklıktı; Stefan sırt üstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koyup sarılmıştı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine pulları muntazam bir şekilde yapıştırılmış veda mektuplarını bırakmışlardı.

Bazen bir hayat, yanında sol tarafını da birlikte götürüp böyle huzura erebiliyordu demek ki…

*

Stefan, Hitler’in zorbalığının sonsuza dek süreceğini sanmıştı belli ki. Hal böyle olunca, kendi dünyası da bir daha hiç var olmayacaktı… O kadar emindi ki, bir daha asla eskisi gibi olamazdı. Aslında yanlış da değil tabii, bir daha eskisi gibi olmaz; ama kim bilir, belki daha güzel olur.

Şu hayat, ne getirirse getirsin, öylesine değiyor ki her saniyesine. Vazgeçmek, daha büyük bir kabulleniş gibi… İnsanın hayatında her şey, her an birbiri ile ilintili. Dünya üzerinde ne kadar insan varsa, o kadar da yaşama şekli var işte. Bir elin beş parmağı misali; mümkün değil aynı hissetmek. Aslında görebilene, iyi ki mümkün değil aynı yaşamak. 

Sevgili Zweig, 

Sen kendine göre doğru olanı seçtin, biz de seni okumayı. Kalbin, eminim onca savaştan, kaçıştan, hep geri dönüşten sonra şimdi daha huzurlu. Yine de insan bu şekilde kırgın ve kendi kararınla gitmeseydin demekten alıkoyamıyor işte kendini…

Sevgimle…

Damla Karakuş 

*Damla Karakuş’un bu yazısı Lacivert Dergi, 85. sayıda yayımlanmıştır.

8 Yorum

  1. Erdem Çağdaş Harput Erdem Çağdaş Harput 15/03/2020

    ’’Vazgeçmek, daha büyük bir kabulleniş gibi… ‘’ ilgiyle okudum sonuna kadar. Kaleminize sağlık.

  2. Ilkay Erol Ilkay Erol 15/03/2020

    Damla Hanim kaleminize saglik cok guzel bir yazi olmus, keyifle okudum.

  3. Ayaz GÜLER Ayaz GÜLER 15/03/2020

    Muhtaşör kaleminden yine nadide bir yapıt yapmışsın. Kısa vadede hakkettiğin ve benim ki bir çok kişinin beklediği konum ya da konumlara gelmeni en kalbi şekilde temenni ediyor Seni seviyorum.

  4. Hande Erol Hande Erol 15/03/2020

    Nasıl güzel ifade etmişsin. Kaleminin mürekkebi eksilmesin. Damla Karakuş . 🙏🏻

  5. Zekeriya Karakuş Zekeriya Karakuş 15/03/2020

    Sevgili Damla.Adana festivali 🍊 çiçeği yazınıza dahada rek katmıştır Damlacigim yazmaya devam edebilirsin, umarım okuyanın çok olacaktır inşallah! öyküde geçen günleri çok etkileyicidir!

  6. Gizem Bozdağ Gizem Bozdağ 17/03/2020

    Okurken yüreğinize dokunan kelimeleri cümle haline getirebilmek gerçekten yetenek ve aşk gerektirir. Kalemine sağlık..

  7. Dizemm Dizemm 17/03/2020

    Damlacim harikasin.Yazilarini büyük bir keyifle okuyorum.

  8. Mickey mouse Mickey mouse 17/03/2020

    Kalemine sağlık yeni yazılarını merakla bekliyorum 👍🏻

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir