-Bilmeyen ve tanımayanlar için bir de sizden dinlersek, Seyfettin Araç kimdir? Sizi tanımayan okurlarımız için kendinizden bahseder misiniz?
Edebiyatçıyım, romancı ve şairim. Birden fazla kimliği olan insanlardan değilim, yaptığım tek şey iyi eserler ortaya koymaya çalışmak ki bu konuda en iyisi olmak için disiplinli bir şekilde okumaya, araştırmaya, kendimi geliştirmeye ve yazmaya, yaratmaya devam ediyorum. İlk eserimi pandemi döneminde çok zor şartlar altında çıkardım ve sonrasında da adım adım her sene yeni bir eserle okuyucunun karşısına çıktım. Modern çağ edebiyatının en özel, en değerli eserlerini yaratmaya adanmış bir ömrün sahibiyim. Edebiyat için hayatın birçok anından feragat etmiş, edebiyatın güzelliği için kendini bu sanata adamış ruhun sahibiyim.
-Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Sizi yazmaya teşvik eden özel bir an veya kişi oldu mu?
Kendimi tanıdığım, bildiğim ruhumu, karakterimi çözdüğüm günden beri yazıyorum sanırım ve bu yazma aşkı orta okul sıralarında ilk denemelerimi, ilk şiir satırlarını yaratma hevesiyle başladı. Uzun bir dönem dünya klasikleri ile okumayı, kendimi geliştirmeyi, dünya edebiyatına vakıf olmayı bilinçli bir istekle seçtim. İyi eserler yazmak için çok iyi eserler okumam gerektiğini, bir eser yaratabilmek için bin eser hatmetmem gerektiğini öğrendiğim günden beri yazarlık serüvenim farkında olmadan başlamıştı zaten. Beni yazmaya, yazar olmaya, yaratmaya sadece ve sadece içimdeki ben teşvik etti, o zorladı, o ikna etti; içimdeki ben olmasaydı dışımdaki ben’in de bir anlamı olmadığını anladığım günden beri yazarlık yapıyorum.

-Yeni romanınız “Zamanı Tanrı Yaşar”, Kapadokya’nın büyülü atmosferinden Fransız Rivierası’na uzanan bir aşk hikayesini anlatıyor. Gerçek karakterler ve olaylardan esinlenen bu sürükleyici romanın hikayesi nasıl doğdu? Yazım sürecinden bahseder misiniz?
Bir arkadaşımızı kaybettiğimiz soğuk ve sorunlu bir kış gününde kendimi Almanya’da daha önce hiç bulunmadığım bir parkın içinde cenaze başında gördüm. Yaşadıklarım, duyduklarım, yaşamaya devam ettiklerim Zamanı Tanrı Yaşar’ı kendiliğinden avuçlarıma bıraktı. Yaşarken iliklerinize değin hissetmek, hayata ve insanlara dair gözlemler yapmak sizi olmak istediğiniz edebiyatçı ruhuna teslim ediyor zaten. Aklımın ucundan geçmeyen genç bir arkadaşımızın ölümü sonrası, hiç beklemediğim itiraflar, yaşanılan sohbetler, can acıtan acılar, kalben duyulan ızdıraplar bu eserin doğması için yeterliydi. Kurgusal olarak tamamladığım kısımlar romanın ruhuna ihanet etmesin diye epey uğraştığım özel alanlardan oldu. Kapadokya, sonrasında Almanya ve daha sonrasında Fransa Riviera’sı okuyucu için tatminkâr bir sonuçla harmanlandı. Burada bir hususu belirtmeden geçemeyeceğim; ben bu eseri insanlar okusunlar diye yazmadım, kendim için yazdım ve fakat modern çağ edebiyatının mihenk taşlarından olacağından da emin olarak yazdım.
-“Zamanı Tanrı Yaşar” kitabı okuyucuya ne anlatıyor?
‘Zamanı Tanrı Yaşar’ okuyucuya aşkı ve kefareti anlatıyor. Uzun bir yolculuğun insanda bıraktığı derin izleri anlatıyor; bu yolculuk bazan gerçek bir yolculuk bazan ruhani bir yolculuk bazan da mezarda son bulan yolculuk olabiliyor. Vermeye çalıştığım mesaj tamamen şuydu: Zamanı Tanrı Yaşar, insanoğlu ölmek için yaratılmış. Biz ölümlüler çekilen acıların kefaretleri ile kendimizi mutsuzluk denizinde buluyoruz, tabii bu sözüm vicdanı olanlar için geçerli; belki de bu roman vicdanı olmayanlara bir selam gönderme niteliği taşısın diye yazıldı. Okuyucuya aşkı, sevdayı, vicdanı, merhameti, vazgeçmeyi, zamanın esir alamadığı, değiştiremediği ruhları anlatıyor. Okuyucu bu derin yolculukta kendinden izler bulsun diye uğraştığımı, bu konuda çok çaba sarf ettiğimi söylemem lazım.
-“Kent Şiirleri”, “Sevgili Yalnızlık”, “Unutulmuş Topraklar” ve son olarak “Zamanı Tanrı Yaşar” eserlerinizde genellikle sevgi ve aşk temalarını işliyorsunuz. Tüm eserlerinizde bu temaya odaklanmanızın özel bir sebebi var mı?
Kent Şiirleri’nde salt aşk ve sevgi yoktu, aşksızlık ve sevgisizlik de vardı. Sevgili Yalnızlık tepeden tırnağa bir çaresizlik romanıydı; merkezine aşkı ve sevgiyi alan derin bir çaresizlik romanı. Unutulmuş Topraklar ise bir dönem romanıydı, çocukların saf masumiyetinde dahi temizlenemeyen sancılı bir dönem romanı ve fakat içinde sevgi hep vardı. Son eserimde de aşk ve sevgi etrafında yaşanılan zor dönemleri anlatıyorum ama sadece aşk yok sevgi tek başına değil; ihtiraslar gölgesinde kefaret çıkmazları var, vahşi dünya seçimleri var, iletişim çağında gurur sebebiyle iletişimsizlik var, mesafeler var, güzellikler, çirkinlikler, farklılıklar var, birbirine benzeyen ama birbirinden kopan ruhlar var, aşklar var, acılarla dolu bir yolculuk var. Aşk ve sevgi temasına odaklanma sebebim ise, sanırım aşksız ve sevgisiz bir toplumun bunu unutması var, tüm eserlerimde bunu yüzlerine vurma isteği var; bakın bir yerlerde insanlar aşk ile sevgi ile muhabbet ile hayatlarına devam ediyor deme derdi var.

-Şiir kitaplarınız da bulunuyor. Şiir ve roman yazmak arasında nasıl bir fark görüyorsunuz? Hangisi sizin için daha keyifli bir süreç?
Ben bir romancıyım ama esasen edebiyatçıyım ve bir edebiyatçı yazdığı eserin türüne göre kendini konumlandırmaz. Haziran, temmuz gibi beşli bir şiir seti çıkarıyoruz; bu eserde birbirinden çok farklı beş şiir türünde özel bir eser sunuyoruz okuyucuya. Şiir sanatının, roman sanatının kökeni olduğuna inanan bir edebiyatçıyım ben. Şiir yazmakla başlayan bir romancının tüm romanlarında birer şiir kitabı gizli kalır ve tüm şiir kitaplarında da bir roman gövdesi hissiyatı hissedersiniz. Edebiyatın zenginliği bu şekilde ortaya çıkar. Ve söylemekten asla çekinmediğim husus ise; ben bir romancıyım çünkü roman yazmak mühendislik, mimarlık gibi sistemli bir çalışma gerektiren süreçlerden geçiyor. Bir romanın ana gövdesini yarattıktan sonra son noktayı koyana değin çabalama ve yaratma hissi beni dünyanın en mutlu insanına çeviriyor.
-Romanlarınızı ve şiirlerinizi yazarken nelerden ilham alıyorsunuz? Hikayeleriniz nasıl ortaya çıkıyor?
İlk eserimi çıkardığım günden bugüne değin her eserim heybemde hazır bekliyordu. Önümüzdeki dört beş senenin eserleri de hazır, yalnızca toparlanmaları, yazılmaları, esere dönüştürülmeleri gerekiyor ve o istek, o çalışma azmi, o edebi aşk bende mevcut. Şiirler ise farklı, şiir size geliyor zaten; ‘Şairlerin kulağına Tanrı fısıldar, Tanrının fısıldadıklarını şairler yazar’ diye yazmıştım uzun seneler önce. Sizin bir şey yapmanız pek mümkün değil, şiir kendiliğinden sizi esir alıyor zaten. Roman öyle değil, ana gövde, omurga sizi bulsa da dalları, yaprakları, mevsimleri, rüzgarları, yağmurları, toprağı siz ekliyorsunuz, disiplinli çalışma roman sanatının olmazsa olmazı. Ve esasen ben bu hayatta en çok yaratmayı sevdim; yazarlık bu yüzden üstüme tam oturan bir gömlek.
-Türk edebiyatında size ilham veren ve örnek aldığınız yazarlar kimler?
Bu konuda zengin bir ülkeyiz, Türkçe dilinde muazzam eserler okuma şansım oldu, kaldı ki kendime örnek aldığım dünya yazarları arasında çok sayıda yazarımız var; Orhan Pamuk bu sıranın ilki galiba, sonra Oğuz Atay var, Yaşar Kemal var, her ne kadar öykücü olsa da Sabahattin Ali var, Tezer Özlü var. Zengin bir dilin en iyilerinden olduklarını düşündüğüm ustalar ölümsüz oldukları için hayatımda olmaya devam ediyorlar.
-Modern çağ edebiyatının temsilcilerinden biri olarak, modern edebiyat ile geçmiş dönem edebiyatını karşılaştırdığınızda ne gibi farklılıklar ve gelişmeler gözlemliyorsunuz?
Atfettiğiniz söz için teşekkürler ediyorum, Modern Çağ Edebiyatçılarından biri olmak, böyle anılmak özel bir his; sağ olsun birçok köşe yazarı bu teveccühte bulundular. Geçmiş dönem edebiyatını daha sade, daha anlaşılır, daha sonuca odaklı yazılan eserler olarak adlandırabiliriz ama modern çağ edebiyatında ise biraz daha karmaşa hâkim diyebiliriz. Dilin zenginleşmesi, kendini bulması, dünya edebiyatıyla kıyas edilmesi bu sonucu doğurdu bence. Klasik edebiyatın bıraktığı izleri salt olay örgüsü ve karakterler bazında net görürüz fakat modern çağ edebiyatında bu biraz daha farklılaşıyor sanırım. İç dünyaya yapılan yolculukları, benlik karmaşaları, farklı karakterleri bir araya getirme, çok karakterli hikayeler oluşturma da bu dönemin tarzı oldu. Klasik edebiyat halk için yapılıyordu fakat günümüz modern çağ edebiyatı salt sanat için yapılırsa o da kendi klasiklerini yaratır düşüncesindeyim.
İlk yorum yapan siz olun