Yazan: Banu Akeloğlu
Kafes gibi bir yerde gözümü açtım. Bir kuş gibi. Tıpkı doğal ortamından koparılmış, özgürlüğüne sahip çıkamamış lanet bir kuş gibi. Nefret ediyorum şu an kendimden. Neden mi? Çünkü özgürlüğüme sahip çıkamadım ve bu lanet kafese tıkıldım. Şu an tüm hayatım onun elinde. Sahi kim o? Beni bu kafese tıkan kişi, artık o benim efendim! Karanlığın aydınlığa olan monoton teslimi gibi emindim o sabah da gelip bana yemek ve su vereceğinden. Nitekim geldi de. Biraz su ve biraz ekmek. Bu bana yeterdi. O yeter diyorsa yeterdi. Islak, sıcak bir ter kokusu vardı. Ekmek ve su gibi bekliyordum bu kokuyu. Bana yetiyordu. Su vermese de olurdu. Benimle hiç konuşmuyordu. Bu beni biraz üzüyordu. Sadece beslemek için mi almıştı beni yanına? Sadece özgürlüğümü elde etmek için miydi bu çaba? Özgürlüğümü alan o kahraman tanrı olmalıydı. Tanrının benimle konuşmasına ihtiyacım vardı. Lâkin tanrı beni görmüyordu, yaşamımı devam ettirmemi önemsiyordu sadece. Duygularım ve asıl ihtiyaçlarım umurunda değildi. Günler boyu düşündüm, geceler sabaha, sabahlar geceye dönerken karar verdim. Onu öldürecektim!
– Yaşar Amca? Yaşar Amca? Sesimi duyuyor musun? Niye ses vermiyor bu adam? Üç gündür ekmek almaya da gelmedi dükkâna. Hasta mı oldu yine ne oldu? Yaşar Amca? Tertemiz evi yine, ne titiz adam. Nerede yahu bu adam? Varayım yukarı kata bakayım. Dizlerim de ağrıyor, yaşlandım ben de! Yaşar Amca! Bismillah, tövbe estağfurullah, Yaşar Amca kim yaptı sana bunu? Elleri kırılsın inşallah! Jandarma! Nerede şu telefon, alo, alo… Yetişin Yaşar Amcamı öldürmüşler!
Yarım saat sonra ev jandarma ablukasına alınmıştı çünkü meraklı köylüler eve akın etmişti. Delillerin üstünden fil sürüsü gibi geçmişlerdi. Kalabalığı korkutup olay yerinden uzaklaştırmak için jandarma havaya ateş açmak zorunda kalmıştı. Yaşar Amca çok sevilen yaşlı bir adamdı. Çocuğu yoktu, eşi ise iki yıl önce vefat etmişti. Kimse ile bir husumeti ya da en ufacık bir tartışması bile yoktu. Peki böylesine iyi bir insanı kim neden öldürmek istesin ki?
Jandarma kısa sürede polis ile iş birliği yapıp soruşturmayı genişletti. Tüm köy sakinleri ile teker teker konuşuldu. Herkes şaşkındı. Köyde ilk kez bir cinayet işleniyordu. Değil cinayet, hırsızlık yüzü görmeyen bu köyde olay büyük korku yaratmıştı. Nitekim korkmakla da haklı oldukları dört gün sonra anlaşılacaktı. Köyün çıkışına yakın evlerden birinin erzak odasına dalan bir yabancı, o an orada rafları yerleştiren evin hanımına saldırmış, elindeki kesici aletle kadında ölümcül yaralar açmıştı. Kadının bilinci kapanmış, şehir hastanesine kaldırılmış ve orada yoğun bakıma alınmıştı. Bu ikinci vakaydı. Olayın sonrasında kilit yüzü görmemiş hane kapılarına sürgüler eklenmiş, kilitler güçlendirilmiş, hava kararınca kimse dışarı çıkamaz olmuştu. Huzur içinde yaşanılan cennet köy, bir şeytan yüzünden cehenneme dönmüştü. Çünkü, köylülere göre bunları yapan şeytandan başkası olamazdı. Cuma hutbesinde şeytana lanet okuyan imam, cemaati birlik olup uyanık olmaya ve hanelerini korumaya davet etti. Herkes diken üstündeydi. Pazartesi gelecek olan arama ekibini bekliyorlardı. Köy ve çevresi eğitimli köpeklerle didik didik aranacaktı. Şeytan, kuş olup uçmadıysa elbet sindiği yerde bulunacaktı. Bu süreçte köylüler, her gördükleri gölgeyi şeytan sanıp jandarmaya ihbar ediyorlardı. Günde en az on ihbar alan jandarma, yorgunluktan bitkin düşmüş, şeytana atılan hiçbir taşın, bir tane bile kurbağayı ürkütmediğini fark edince, gelen ihbarlara itimat etmemeye başlamıştı. Hele ki yapılan bir ihbar, kimsenin tahayyül edemeyeceği bir düşsellikteydi. İhbarı yapan köylü kadın, evlerinin arkasındaki çalılıkta cinlerin ağladığını, jandarma hemen gelip bakmazsa şeytanın cinleri kovalamaya geleceğini söylüyordu. İhbar formuna olayı kaydeden jandarma eri, dosyaya tek cümle yazmıştı; “Cinler ağlıyor, şeytanın gelmesi muhtemel”.
Bu ihbardan bir gün sonra başka bir köylü, jandarmayı arayıp yine aynı ihbarı yapmıştı; “Ahırda cinler ağlıyor. Temekten bakmaya korktum ama oradalar biliyorum”
Jandarma bu ihbara da itimat etmemişti lâkin aynı köylü bir saat sonra ahırdaki ineğimi öldürmüşler diye canhıraş köy meydanında koşmaya başlayınca, nöbette bekleyen ekipler ahıra gidip ineğin, gerçekten kesici aletlerle öldürüldüğünü tespit etmişlerdi. Köyde öyle bir kargaşa çıkmıştı ki, artık pazartesi günü gelecek olan arama ekibini bekleyecek halleri kalmamıştı. Eline tüfek alan mı dersin, hatim indiren mi dersin, o kadar büyük bir karmaşa vardı ki şeytana mı cinlere mi katile mi, kime karşı savaş açıldığı artık belli değildi. Kesin olan bir şey vardı, o da düşmanı belli olmayan savaş başlamıştı. Pazartesi beklenen ekipler pazar günü köye giriş yaptı, neredeyse köy ahalisi kadar polis gelmişti. Tüm gün köy ve çevresi didik didik arandı. Ne bir cin ne bir şeytan ne de katil ya da katiller bulunmuştu. Güneş batıp da karanlık çökünce ellerde fenerlerle köyün ağaçlık alanlarına doğru yöneldiler. Köpekler havlıyor, baykuşlar çığlık çığlığa uçuyordu, neredeyse her ağaç dibine, her dala ve her çukura bakılmıştı. Hiçbir şey bulunamamıştı, köy ahalisi ve polisler ormanlık alanda arama yaparken köyden geceyi yırtarcasına yükselen bir çığlık duyuldu. Bir anlık şoktan sonra önce ahali sonra polisler, çığlığa doğru koşmaya başladı, tabii ki eğitimli köpekler herkesten önce ulaşmıştı o bıçak gibi insanın içini yaralayan çığlığa!
Yerde yatan 17-18 yaşlarında bir genç kızdı. Pembe çiçekli elbisesi, karnında açan kırmızı bir gül ile renk değiştiriyordu. Başına üşüşen köylüler kızın ağzından çıkan son kelimeyi hep bir ağızdan bağırıyorlardı; “Şeytan, onu şeytan öldürmüş!”
Polis köpekleri, karnının üç yerinden bıçaklanan kızın üstüne sinen ve hiçbir insanın alamayacağı şeytanın o kokusunu içine çekip deliler gibi koşmaya başlamışlardı. Köyün çıkışına doğru koşuyorlardı. Arkadan koşan polis ve köy ahalisinin nefesleri tükenmeye başlamıştı ki onu gördüler! Karanlığın içinde ağır aksak ilerliyordu. Öyle korkunç bir gölgeydi ki, bir sağa bir sola yalpalıyor, karanlıkta bir görünüp bir kayboluyordu. Elinde parlayan üç başlı ölüm dirgeni ise korku salıyordu. Polisler uzaktan “Kıpırdama” diye bağırdılar ama o hiç duymamış gibi ilerlemeye devam ediyordu. Yaklaşmak tehlikeli olacaktı. Bu sebeple anlık verilen kararla ekibin içindeki en keskin nişancı polis, silahını doğrultup onu ayağından vurdu. İsabet eden kurşunla bir iki metre ileri savrulup yere düştü. Saniyeler içinde ise onlarca polis üstüne çullanıp kelepçeyi taktı. Geride kalan polisler de vurulan kişiyi linç etmek için fırsat kollayan köylüleri zapt etmeye çalışıyordu. Kelepçeyi takıp şüphelinin yüzünü çevirdiklerinde karşılaştıkları manzara polisleri şok etmişti. Şeytan yakalanmıştı! Fakat şeytan dedikleri katil, yirmili yaşlarında olan bir kadındı! Kadının parmak izinin alınmasının ardından kimliği belirlenince, olay çorap söküğü gibi çözülmüştü. Aysel Doğru bir şizofren hastasıydı. Şehirdeki ruh ve sinir hastalıkları hastanesinden kaçmıştı. Otoyola kadar ulaşıp, yoldan geçen kamyon ve tırlara otostop çekerek köy yoluna kadar gelmiş, aç ve susuz geçirdiği günler sonrası ise sürünerek yürüdüğü, mobese kameralarından tespit edilmişti. Yaşar Amca ile de yolları o noktada kesişmişti. Şehirdeki aylık sağlık kontrollerini yaptırdığı doktordan dönerken yolda baygın yatan Aysel’i görmüş, kadını külüstür arabasına alıp evine taşımış, yemek vermiş, iyileştirmeye çalışmış, kadın konuşmayınca da kimseye bir şey diyememiş, kendine gelmesini beklerken, şizofreninin pençesinde boğuşan kadının ilk kurbanı olmuştu. Yaşar Amca’yı öldüren Aysel, evden kaçmış, sığındığı yerlerde uyumuş kalkmış, acıkınca da ikinci hamlesini yapmış ve saldırdığı kadını da ağır yaralamıştı. Geceleri cinler ağlıyor diye köyü ayağa kaldırmasını sağlayan geçirdiği ağlama nöbetleri, onu bir sonraki saldırganlık atağına hazırlamış. Yaşar amcayı evdeki ekmek bıçağı ile, yaraladığı kadına ve öldürdüğü genç kıza ise saklandığı ahırlarda bulduğu üç başlı çatalla yani dirgenle saldırmış. Kim bilir bu insanları, hangi saplantılı fikirler ile öldürmüştü hiçbir zaman bilemeyecektik. Aysel elbette şeytan değildi. Ama şeytan da cehennemde değil, ele geçirdiği ve tanrının bize armağanı olan, dilediğimiz gibi kullanamadığımız zihinlerimizde geziyordu.
İlk yorum yapan siz olun