İnsan önce doğaya baktı. İhtiyaçlarını karşılaması, hayatta kalması için onu anlayabilmesi gerekiyordu. Korkutucu yanları, yaşamı bir anda sona erdirebilecek tehlikeleri vardı doğanın. Bunları anlayıp baş etme süreçlerinden toplumsal yaşam düzenekleri, inançlar, dinler, kurallar, teknoloji, felsefe, bilim vb. doğdu.
Ancak doğa yalnızca tehlikelerden ve korkutucu olaylardan ibaret değildi. Eşsiz kokularıyla rengarenk açan çiçekler, çiçekten çiçeğe dolaşan kelebekler, ağaç dallarında uçuşup cıvıldayan kuşlar, kuş cıvıltıları gibi zaman zaman duyulan ahenkli sesler, büyüleyici şelaleler, bazı yağmurlu günlerde bir mucize gibi aniden beliren gökkuşakları, geceleri parlayan yıldızlar, ışığın, karanlığın, sisin etkileşimleriyle ortaya çıkan etkileyici manzaralar gibi kendisine hayran bırakan birçok güzellik de vardı. Bu güzelliklerle bağ kurma, hislerini, duygularını ifade etme, yeni güzellikler ortaya çıkarma çabasından da estetik ve sanat doğdu.
Sanatın ilk somut izlerine mağara resimlerinde rastlasak da; küçük bir düşünce egzersizi yaptığımızda annelerin bebeklerini uyutmak için söylediği belli bir ritme sahip seslerin ninnilere, ninnilerin şarkılara, ateş başında anlatılan hikayelerinin mitlere, masallara, sözlü edebiyata ve sahne performanslarına dönüşmüş olabileceğini var saymamız mümkün olur.
Elbette, insanlık geliştikçe sanat da gelişip çeşitlendi. Öznelden özgünlüğe ve oradan da evrenselliğe doğru çıkılan bir yolculuk olarak da tanımlayabileceğimiz sanatın içinden sözcükleri ustaca kullanmayı, duyguların derinliklerine inmeyi, bilgeliğin peşinden koşmayı gerektiren şiir doğdu.
Bir bakıma hayatın, insanlığın özüdür, özetidir şiir. Başlı başına bir adanış, manevi açıdan paha biçilmez bir hazineyi arama serüvenidir. Şair de sanatı uğruna kimi kesimlerce hor görülmeyi; maddi manevi sıkıntılara, zorluklara, acılara göğüs germeyi göze alan bir serüvencidir. Felsefe dünyasının önde gelen isimlerinden Friedrich Hegel’e göre “Güzel sanatların en üstünü ve en zor olanı şiir sanatıdır.” Bununla birlikte, bakmasını bilen her yerde, her şeyde şiirsel bir yan bulabilir. Nitekim, Sabahattin Ali “Çocuklar Gibi” şiirinde sevdiğine, “Şimdi şiir bence senin yüzündür” diye seslenir.
Montaigne, “Şiirin orta hallisi ya da kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir ama iyisi, görkemlisi aklın kurallarını aşar. Onun güzelliğini tam ve sağlam olarak görenler bir şimşeğin ihtişamına benzer bir parıltıyla karşı karşıya kalırlar” der. Gelmiş geçmiş en büyük şairler arasında sayılan Nazım Hikmet Ran ise, “Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdıysam bunların tümünün içeriğini önceden iyice pişirdim. Sonra en uygun biçimlerini, ne çeşit uyakla, ne çeşit ölçü ile yazılabileceğini, boyutunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini peşinen kestirmeye çalıştım. Yani çok zahmetli bir çalışmadan sonra işe koyuldum” sözleriyle şiirde hazırlık sürecinin önemine dikkat çeker.
Elbette şiir için daha birçok şey söylenmiş, çok farklı açılardan değerlendirmeler yapılmıştır ama odağımızı dağıtmamak adına bu konudaki araştırmaları meraklılarına bırakıp biraz da şairlere bakalım. Şairi şair yapan nedir? Şairlik doğuştan gelen bir yetenek midir yoksa bir insanı şair olmaya yönelten koşullar, süreçler mi vardır? Tabii ki şair öncelikle hayat deneyimlerinin insanlarda uyandırdığı hisler konusunda son derece duyarlı, farkındalığı yüksek bir kişidir. Kimi insanlar hayatın zorlukları karşısında bu tür hislerden, duygulardan, düşüncelerden bunalır. Bu tür bunalımları daha fazla yaşamamak adına duygusallığa karşı tavır alarak kendilerini mantıklı bir insan olarak tanımlarlar. Duygusallıktan tam bir kopuş elbette olamaz ama mesafe koyma ya da baskı altına alma olarak tanımlanabilecek bu tavır, zaman içinde empatinin ve dolayısıyla bütün bir farkındalığın azalmasına zemin hazırlayabilir.
Öte yandan şair duygulardan hiçbir zaman uzaklaşmadığı gibi hislerin zirvelerine ya da en derinlerine yapılan yolculuklardan da çekinmez. Bu alanda yaptığı kapsamlı gözlemler ve yaşadığı yoğun deneyimler onun hayatı, insan ilişkilerini çözümlemesine, bu konuları samimi ve herkesin anlayabileceği bir şekilde ifade etme yeteneğine katkıda bulunur. Kısaca şair her şeyden önce bir hayat adamı, bir insan sarrafıdır. Elbette bu da yetmez şair olmak için. Söz sanatlarında maharet kazanmak gerekir. Bunun yolu da insanlara ve doğaya dair hemen her konuda hiç yılmadan, yorulmadan okuyup yazarak bilgi, birikim sahibi olmaktır. Sembolizm akımının öncülerinden Fransız şair Stephane Mallarme, çok yoğun ve güzel duyguları olduğu halde şiir yazmakta başarılı olamamasının nedenini soran bir ressam dostuna, duygu ve düşünceler yetseydi herkesin şair olacağını, şiirin kelimelerle yazıldığını belirterek söz sanatlarında ustalaşmanın önemine dikkat çekmiştir.
Bütün bu koşulları sağlasak bile şairin onu diğer insanlardan ayıran bir diğer ayırt edici özelliği daha vardır: Kendisine has, eşsiz ve sınırsız hayal gücü. Bu tür bir hayal gücü onun daha önce hiç ortaya çıkmamış eserleri meydana getirmesini sağlar. Böyle bir hayal gücüne sahip olmak hiç kolay değildir. İçindeki çocuğu muhafaza etmesi, onu toplumun baskılarından, kalıplarından, hepimizde var olan otosansürden koruması gerekir ki bu çaba bazen büyük sıkıntı ve acılarla yüzleşip baş etmesi gereken bir sürece de dönüşebilir.
Son olarak başlıktaki şiir mi şairden yoksa şair mi şiirden doğar sorusu üzerinde biraz düşünelim. Elbette şiirlerin yaratıcıları şairlerdir; ne var ki, şairin oluşmasını sağlayan şey de şiire duyduğu sevgi, zihnini dolduran düşünceleri, yüreğinden taşan hisleri paylaşma arzusu, daha önce hiç yazılmamış olan o mükemmel şiiri yazma tutkusudur. Diğer bir deyişle, şair olabilmek için şiiri yazmış olmak gerekir ve şiirin müptelası olan kendine has varlık yazdığı her şiirden sonra çıktığı zorlu yolda mesafe kat etmiş bir şair olarak yeniden doğar.
Yazan: Tamer Çetin
İlk yorum yapan siz olun