Gördüğünüz tablo Paul Klee’nin suluboya çalışması: Angelus Novus. Trajik bir öyküsü var aslında: Tabloyu Walter Benjamin satın alıyor. Yıllarca, sürgünlükleri dâhil her yere yanında taşıyor. Çalışırken ona bakıyor, ilham perisine bakar gibi. İspanya’da sürgündeyken üzerine küçücük bir yazı kotarıyor, Agesilaus Santander adıyla. Agesilaus bir Isparta Kralının adı, Santander’se İspanya’da bir şehir. Benjamin’in pek sevdiği anagramlardan biri bu başlık: Der angelus satanas yani Melek Şeytan’ın yeniden düzenlenmiş hali. Fark etmişsinizdir, anagramda bir “i” fazla var: Yok edilemeyen fazlalık o.
Benjamin ölümüne doğru yola çıktığında, tabloyu Paris’te George Bataille’a emanet etmiş, yakın dostu Gershom Sholem’e verilmesini vasiyet etmişti. Sholem İsrail’de yaşadığı için, tablo 2. Dünya Savaşı ardından bir süre Theodor Adorno’da kaldı. Nihayet Sholem’e ulaştırıldı, onun ölümünden sonra İsrail’de bir müzede sergileniyor – tabloya kimlerinin ellerinin dokunduğu, başlı başına dudak uçuklatan bir liste.
Gözden bir an bile kaçırmamamız gereken ayrıntı şudur: Benjamin, yıllar boyunca bu tablonun hakikisine bakıyordu! Tabloya bakarken tefekküre dalıyor, yakın dostlarının yalancısıyım, handiyse vecd halinde kendinden geçiyordu – o tablonun gerçek sahibiydi!
Tarih Üzerine Tezler yazısında şöyle betimlemişti tablodaki meleği:
“Gözleri faltaşı gibi açık, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. … İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.”
Melek hakkında çok şey söylenmiştir: Kafasında saçlar değil sanki parşömen tomarları var, denmiştir. Tırnaklarının pençe benzeri görünümüne dikkat çekilmiştir. Kanatları jilet gibi kesici, denmiştir. Melek, melektir melek olmasına ama düpedüz tehdit edici, tüyler ürperticidir.
Eski Ahit’te ilahisini söyleyip yok olan meleklerden söz açılır, yok olmayanlarsa başmelekler ve Şeytan’dır. İbranicede melek ve haberci sözcükleri özdeştir zaten – tablodaki meleğin şarkısı haberdir! Yüzü geçmişe doğru baktığına göre ancak geçmişten bir haberdir bu, tarih kadar tekinsizdir söylemek istediği.
Fransız Devrimi sırasında saat kulelerine ateş açanlar vardı, zamanın ilerleyişini istemediklerini böyle göstermişlerdi. Zamanın ilerlemesi daima olumlu değildir, tarihin ilerleyişi de. Kültür-sanat hep ilerlemeyle koşut düşünülür ya, Benjamin asıl buna itiraz eder: “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.”
Bu anlamda tarihsel gelişme çizgisi mefhum değil ancak mevhumdur. Tarihin simgesi melek bile sırtını geleceğe dönmüşse, ilerleme inancı kehanetten öte ne olabilir? Benjamin’in “Gözümüzü doğaya hâkim olma sürecine dikip, toplumsal gerilemeyi fark edememek” saptaması da cabası…
Tarih, başarıya ulaşabilenlerin, işin aslı, sağ kalabilenlerin yazdığı bir manzumedir. Bizim tarihsel ilerleme adı altında aşkınlaştırdığımız mevhum, bir yanıyla, çok sevdiğimiz geleneğin paramparça oluşudur. Elimizde bugün ne varsa, geçmişin elinden kurtarıp taşıyabildiklerimizdir. Ölümü göze alıp İspanya sınırına yola koyulan Benjamin’in, o ana dek yanında taşıdığı küçük suluboya tablo gibi.

Tarihe bu bakışını, Benjamin aslında daha önce sanat tarihinde uyguladı: Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretildiği Çağda Sanat adlı bir makale yazdı – makalenin tarihi 1935’tir. Benjamin, başta sinema ve fotoğraf olmak üzere, sanat eserinin aslını görmeden, teknik yöntemlerle eserin kolayca ve sınırsız çoğaltıldığı bir çağda sanata bakışımızı sorguluyordu.
Sanat eserinden önce, daha kolay bir örnek üzerinden düşünelim: Matbaanın icadından önce, bir kitabı okumak ya da bir kitaba sahip olmak, günümüzdekinden ne kadar farklıydı. Elle yazılan, dolayısıyla uzun sürede ve sınırlı sayıda üretilebilen bir nesneye sahip olmak, çoğumuzun şu andaki maddi koşullarında olanaksızdı – benzer şekilde bir sanat eserine sahip olmak da!
Kendimize sormamız gereken soru şudur: Hangimiz sözcüğün klasik anlamıyla bir sanat eserine sahibiz? Küçük bir azınlık dışında, tabii ki hiçbirimiz. Bir düşünün, sanat tarihi üzerine çalışmak bile, günümüzde sanat eserlerinden bağımsız bir çabadır – alırsınız birkaç kitap, hatta sanal âlemden indiriverirsiniz, olur biter. Sanat eseriyle ilişkimiz, TV’de defalarca izlediğimiz filmlerden farksızdır: Ortada bir “hakiki” eser yoktur ama her istediğimizde ona ulaşabiliriz.
Sadece sanatta mı, yaşamın her alanında böyle: Stada yolu hiç düşmemiş birinin, İstanbul’da TV’den maç izleyen bir Liverpool taraftarı olmasını gözünüzün önüne getirin. Teknolojik olarak çoğaltılmış kopyalarla kaplı bir evrende sanat eserine bakmanın büyüye inanmaktan, şamanın söylediğine güvenmekten farkı ne? Hakiki sanat eseriyle, eğer varsa, asla yüzleşemiyoruz – değil ona Benjamin gibi sahip olmak.
İlk yorum yapan siz olun