İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Spinoza’nın Sevinci Ve Covid-19 Ortamında Azalan Karşılaşmalar

17. yüzyılın ve felsefe tarihinin en önemli filozoflarından Baruch Spinoza, dünyayı yorumlarken elde ettiği “sürekli sevinç” hâliyle meşhur. Onu bilenler, tanıyanlar, okuyanlar Spinoza’nın düşünce tarihinde önemli dönüm noktalarına imza attığını iyi biliyor. “Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? Reddedilemeyecek Bir Felsefi Teklif” adlı kitabında Çetin Balanuye, bu sevincin kaynağını irdelerken yaşam yoluyla edindiği birçok bilgiyi de bizimle paylaşır. Spinoza’nın meşhur eseri “Ethica”ya da sık sık göndermede bulunarak filozofun görüşünü, öğretisini anlamamızı kolaylaştıran Balanuye, yalnız filozofun sevincinin kaynağını da aktarmıyor. Bunun yanı sıra, yaşamda insanı kedere sürükleyen, aşağı çeken duyguların kökenlerini de aramayı deniyor. Bu popüler dil ile yazılmış, Spinoza’yı okumadan önce güzel bir giriş yapabilmenizi sağlayan kitap aracılığıyla Spinoza’nın sevincine dair şöyle bir özetleme yoluna gidebiliriz sanırım: “Yalnızca doğadaki karşılaşmalardan ibaretiz ve bu karşılaşmaların bazıları bizi aşağı çekerken bazıları da yukarı çıkarıyor.” Spinoza burada “etkin” ve “edilgin” olarak duygulanışları ikiye ayırıyor. Yazının devamında, “buralı filozof” Ulus Baker’in de pek sevdiği Spinoza’yı ağırlıklı olarak yukarıda adını geçirdiğim kitap üzerinden konuşacağız. Ayrıca “karşılaşmalar” üzerine etkin & edilgin duygulanışlar yaşadığımızı söyleyen Spinoza ağabeyimizin görüşlerini “fiziksel mesafeli” günlere nasıl adapte edebileceğimizi sorgulayacağız.

“Burada sözü edilen sahici sevinçler, dünyanın herkese, her varlığa, belki her zerreye son derece demokratik bir eşitlik ve cömertlikle sunduğu karşılaşma anları, etkileşmeler, adeta gıdıklama ve gıdıklanmalardır. Kafanız gerçekleştireceğiniz hedeflerle hastalık ölçüsünde meşgulken, dünyadan sizi gıdıklamasını bekleyemezsiniz. Mesaiye yetişmek için koşan kalabalıklardan kaçı, havadaki esintinin uysalca yumuşayıp ince bir melteme dönüştüğünü fark edebilir? Döviz kurlarındaki tek kuruşluk değişimi fark etmeye memur edilmiş hangi göz, her gün yürüdüğü yoldaki ağacın meyveye durduğunu görebilir? Tüm dünyayı bir kez koca bir ereğe çevirip, onu da olanca iriliğiyle zihnimize tıkıştırdıktan sonra, hangimiz bedenlerimizle samimi dostluklar geliştirebilir?”

Çetin Balanuye “Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?” adlı kitabında, filozofun “sevince dönüşmek” kavramını açıklamaya girişirken bunları söylüyor. Daha doğrusu, söylediklerinden yalnız biri bu. Tabii, belki bir şeyleri gözden kaçırıyor olduğum ihtimalini göz önünde bulundurarak burada şu soruyu sorma ihtiyacı hissediyorum: Mesaiye yetişmek için koşan kalabalıklar, havadaki esintiyi fark etmiyorsa bu onların suçu mudur? Elbette, ilk baskısı 2017, altıncı baskısı 2019’da yapılan bir kitabı pandemi koşulları üzerinden değerlendirmek insafsızlığına giremem. Ancak bundan bağımsız olarak, havadaki ufak değişimleri, esintileri fark edip edememenin sorumlusunun mesaiye yetişmek için koşturan kalabalıklar olup olmadığını merak ediyorum. Hem var hem de yok gibi geliyor bana.

Aynı anda birkaç işte ve bedeni zorlayan işlerde çalıştığım erken dönemlerimde eve dönerken ya da işe giderken önümden uçup giden bir kuş, sayısız figüre sahip bir yaprak uçuşu, dalgalı denizin önündeki vapurlar beni hep etkilemiştir. Öyle ki, bir çocuk gibi, hoşuma gitmeyen, benim için cazip olmayan koşullarda çalıştığım o zamanlarda dahi beni eğlendirecek bir şeyler bulmak konusunda yetenekliydim sanıyorum. O nedenle, büyükşehirde dahi olsa doğadan küçük mutluluklar yakalamak mesaiye yetişmek için koşturan kalabalıkların yeteneğine kalmış, diyebilirim. Bir yanıyla da; herkesten aynı performansı beklemek, otobüsün beklendiği o an zamanda bir küçük mutluluk yakalayıp onunla hallenmek kolay değil. Her insan öyküsünün biricik olduğunu hatırladığımızda, bize iyi gelen, bizim öncelediğimiz değerleri herkesin de uygulayabilmesini beklemek ne kadar doğru emin değilim.

Spinoza

Tüm bunlarla beraber, omuzlarımıza bir yük gibi binen zamanın, şartların, koşulların içerisinde küçük mutlulukları görememek, hayal kurmayı bırakmak & unutmak da ne kadar doğru? İşte bunun doğru olmadığından handiyse emin olabilirim. Hala zırvalıyor ama bir şey söylemiyorum değil mi? Spinoza bize demiştir ki; bizi çileciliğe iten hüzünlü varsayımlar ve aşkıncı davranışları bırakmalı, onun yerine coşkulu bir dünya sevincine sarılarak hayatı olumlama yoluna gitmeliyiz. Ulus Baker, Spinoza’nın bu “hayatı neşe ile kucaklayıp ona karışmak” görüşünün ardında da ölüm gerçeğinin acısını hafifletmek olabileceğini söyler. Söyler ama, kedilerinden birinin adını “Psinoza” koyacak kadar da bu büyük filozofu sevmekten geri durmaz. Peki bu olumlama, Nietzsche’nin “Hayata evet de!” sözü ile yeni bir form kazanan bu olumlama nasıl gerçekleştirilir ve buna engel olan unsurlar neler?

Aslında sorunun cevabı basit: Hüzünlü & aşkın & çileli bir dünya görüşü, erekselcilik, hümanizmin de düştüğü şu meşhur hata olan “insanı merkeze alma” anlayışı… Bunlardan ilkine, yeryüzünün ağırlığını omuzlarımıza getiren, bizim eylemek ve “sevince dönüşmek” niyetimize engel olan görüşlerin bütünü diyebiliriz. İkinci ve benim için en önemli maddesi olan erekselciliği ise biraz açmanın vakti geldi. Burada sözü günümüz teorisyenlerinden Andy Merrifield’e bırakabiliriz:

“Çoğu zaman bizi mutlu edeceğine inandığımız hedefler koyarız önümüze; büyük bir şevkle bu hedeflere ulaşmaya çalışırız; mutluluğun sadece bu hedeflere ulaşmaya bağlı olduğunu zannederiz. Oysa ulaşsak da, ulaşmasak da bizleri mutsuz eden, mahkûm eden aslında bu hedeflerdir. Hiçbir dönüşü ve sapağı olmayan belli bir yoldan gitmeye zorlarlar bizi. Mutluluğun sadece o yola bağlı olduğuna inanırız. Ondan da sonra da manevra yapmak gibi bir amacımız kalmaz; aradaki zamanı bir sürü şeyle doldurmamız gerekir.”

Tabii belki bu hedeflerin ne olduğuna, içeriğine dair de bir bahis açmak önemli olabilir. Özellikle içerisinde bulunduğumuz neoliberal çağda, “Bunu al, mutlu olacaksın,” diyerek insanın zaafını iyi çözmüş bir sistemde “hedefe sahip olmak” iyi midir, kötü mü? Aile üyelerine, anne babalara sorduğumuzda mutlaka bunun gerekli olduğu yanıtını alırız genellikle. Koruyup kollama ve “Çocuğum rahat etsin” gibi gayet anlaşılabilir bir düsturdan hareketle ebeveynler böyle yorum yapabilirler. Bununla beraber inceden bir Tyler Durden’cılık oynarsak “sahip olduklarımızın sonunda bize sahip olduğu” gerçeğini göz ardı ederek koyduğumuz hedefler mutlu ve iyi bir yaşamın anahtarını bize verebilir mi? Kitabın yazarı Çetin Balanuye’nin, kitabında aktardığı şu sözler belki daha aydınlatıcı olacaktır:

“İnsanlar akılları erdiği andan itibaren kendilerini arzuladıkları bir şeylere yönelirken bulmakta, böylece kendilerini oldum olası ‘amaçlı’ olarak duymaktadır. Bunu çok derinlerde yatan ve kesinlikli bir hakikat sanarak, çevrelerinde olup biten her şeyde ve her varlıkta da bir tür amaçlılık ya da yönelmişlik olduğunu düşünürler.”

Spinoza bize bu erekselciliğin, “sevince dönüşmenin” en büyük düşmanlarından biri olduğunu öğretmiştir. Altını çizmekte yarar var; bütün dünyayı tesiri altına alan neoliberal düzen içerisinde de “amaçlı” olmanın ne kadar mâkul, insanın iyiliğine yönelik bir şey olduğunu tekrar tekrar sorgulamamız gerekiyor sanırım. Üçüncü ve son maddemiz ise insanı merkeze alma anlayışı. Spinoza bize bunun da, gerçek bir sevinçlenmenin önündeki engel olduğunu söyler. Etrafımızdaki her canlı ve cansız nesnenin bizim amaçlarımıza hizmet ettiği, edeceği, edebileceği varsayımı, akabinde yaşanan beklentiler ve kaçınılmaz sükut-u hayaller… Bu varsayıma göre ağaç bize meyve vermek, baykuşlar zararlı yılanları yiyerek insanı korumak için vardır. Bu beklenti ve sürüp giden doğal döngünün tamamını insanın hedeflerine ulaşabileceği araçlar olarak ilişkilendirme, canlı ya da cansız her şeyin insani ereklere hizmet edeceğini düşünme insanlar arasında yaygın bir görüştür. Bu son maddede açıklamamız gereken bir husus daha var ki o da; seçimlerimizi tamamen bilinçli bir şekilde yapıyor olduğumuz yanılgısıdır. Psikanalizin ve Freud’un bize öğrettiği en önemli hakikat muhtemelen seçimlerimizde sandığımız kadar özgür olmayışımızdır. Bu itirafı kendi hayatımız adına yapmakta zorlanırız, ancak başkaları hakkında, örneğin ebeveynlerimiz ile ilgili yaş aldıkça fark ettiğimiz gerçeklerden biridir bu. Çoğumuz, çocukluk yıllarında anne ve babayı her şeyi bilen, kaygıları olmayan, her şeye gücü yeten kişiler olarak görür, erişkin hayata adım atmaya başladıkça bunun böyle olmadığını fark ederiz. Onların da içinde kalan çok şey olmuş, onlar da hatıralarına dönüp baktıkça, tıpkı bizim gibi duygulanmışlardır. Onlar da bazen ne yapacaklarını bilememiş, her soruya yanıt bulamamışlardır. Seçimlerimizin ardında bilinç düzeyimizin değil, bilinçaltımızın olduğunu bize öğreten psikanaliz bu bakımdan Spinoza ile kol kola ilerliyor. Spinoza bu noktada da insanların genellikle eylemlerinin farkında olduğunu, ancak bu eylemlerin arkasında yatan nedenleri göremediklerini söyler. Bu anlamda, insanı merkeze alan, insanı evrende tek ve yüce değer sayan hümanist görüşün de aynı hataya düştüğünü söyleyebiliriz.

Peki Spinoza bu eleştirilerin ardından nereye işaret ediyor? Dünyanın, zorunlu karşılaşmalardan ibaret olduğuna ve bu karşılaşmaları hayatı olumluyarak zengin kılabileceğimize, sevince de böyle dönüşebileceğimize. Her karşılaşmanın bizi mutlaka olumlamaya yönelteceğinin garantisi olmasa da, kendimize şöyle bir baktığımızda olumlu sonuçlar doğuracak karşılaşmalarda dahi potansiyelimizi yeterince kullanmadığımızı, hüzünlü dünya görüşümüze kapılıp gittiğimizi görebiliriz. Burada Spinoza’nın Ethica adlı meşhur eserindeki “etkin duygulanışlar” ve “edilgin duygulanışlar” bölümüne de geçebiliriz. Etkin duygulanışlar Spinoza’ya göre sevinç kaynağının kendisidir. İnsanın var kalma çabasını çeşitlendirip zenginleştirmesinden gelen bu etkin duygulanışlar bizi neşe ile duygulandırır. Örneğin, pandemi ortamında, aylardır dört duvar içerisinde, odamda yaşıyor olmama rağmen günün sonunda onlarca insan ile görüşüp toplantılar yapmışçasına yorgun bir şekilde uyuyorum. Bunlar içerisinde üniversite yıllarımda öğrenip yarıda bıraktığım mızıkayı tekrar öğrenmek, ilgimi çeken etkinlik, kurs ve sohbetleri takip etmek, dil gelişimi gibi maddeler var. Bir de tabii aylarca her sabah altıda kalkıp 1 saat yazarak bitirmiş olduğum ve henüz son okumasını yapmadığım romanım. “Neden sabah altı?” derseniz, cevap bir zorunluluk içeriyor: Kendimi finanse ettiğim dünya işlerine geçmeden önceki tek zaman dilimim orası da ondan. Bu değerlendirmeyi her yaptığımda aklıma herkesin aynı çalışma koşullarında vaktini geçirmediği geliyor. Dolayısıyla bu genellemeyi nereye kadar götürüp nerede durmam gerektiğini bilmesem de, erken dönemlerimde benim de bedeni zorlayan birçok işte çalışmama rağmen beni hayata bağlayacak pek çok şey bulabildiğimi hatırlıyorum.

Sona doğru gelirken, benim bu yazıyı yazmama vesile olan soruyu da sormam gerekiyor. Spinoza hayatın zorunlu karşılaşmalardan meydana geldiğini, bu karşılaşmalarda hem karşı tarafı etkilediğimizi hem de bizim o taraftan etkilendiğimizi söylüyor. Ulaşılacak bir hedef ile beraber gelecek mutluluğun bir yanılsama olduğunu, kendimizi şimdi de eyleyip karşılaşmalarımızdan etkin duygulanışlarla çıkabileceğimizi öneren Spinoza’dan pandemi ortamında bunu nasıl gerçekleştirebileceğimizin yanıtını alamıyorum. İnsan, ötekiler ile beraber oldukça insanlaşabiliyor, yalnızlaştıkça yozlaşıyor madem, fiziksel mesafenin haklı olarak zorunlu kılındığı bu dönemde, karşılaşmaları minimuma indirgeyerek yaşadığımız bu zaman diliminde nasıl etkin olacağız? Etkin duygulanışlar için karşılaşmaları arttırmamız ve kendimizi işin içerisine dahil etmemiz gerekiyorsa, mesela 2022’ye kadar bundan mahrum mu kalacağız? Yine de, sokağa çıkma kısıtlamasının olmadığı her gün 1 saat yürüyorum. Ucuzundan aldığım bir kablosuz kulaklık adeta eski toprak gibi ne kadar düşürdüysem de bana mısın demedi, çalışıyor. Tüm bu yürüyüşler içerisinde, beni dinamik bir hâle sokan müzikler eşliğinde hızlı hızlı yürüyorum. O anda kavramlar, hedefler, öğretiler yok oluyor. Yalnızca ağaçlar, karşıma çıkan ağaç dallarına ellerimi ve suratımı sürtüşüm ve rüzgar var. O anlarda gündelik hayat içerisinde o kadar kolay bulamadığım etkin bir duygulanış içerisinde oluyor, handiyse rüzgar ceketime vurdukça uçmaya başlıyorum.

Bir yere bağlamakta zorlandığım tüm bu yazıda geçen düşünceler, sözler, fikirler belli ki benim kafamda da tazeliğini koruyor. Taze ve yeni olduğu için de henüz temellendirme aşamasına geçiş söz konusu değil. O halde Çetin Balanuye’nin bu yazıyı hazırlarken sık başvurduğum “Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?” adlı kitabından bir alıntı ile noktayı koyayım:

“Eyleyip dururken bu yaşantıyı, sözde yüce bir ereğe varmak için kederli bir mesaiye mi dönüştüreceğiz, yoksa varılacak yeri bir kenara bırakıp, yolda olmanın tadını mı çıkartacağız?”

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir