‘’Tezer Özlü’nün otobiyografisi kendini örterek ‘kendini var eden’ bir kadın metni değildir. (Halide Edip’in günlükleri değil de romanları, Afet İnan’ın biyografisi vb.) Onun otobiyografisi kendini parçalayarak, dönemin aygıtlarının bütün baskılarını ortaya koyan bir metindir. Kısacası soyunarak (yani büyük sözcüklere, ideolojik biçimlerin kılıflarına tutunur gibi yaparak) asıl benliğini kapatmaz. Gerçek kimliğine dönme cesaretini göze alarak (sistemin tanımıyla söyleyecek olursak, içine kapanarak, içine dönerek, deliliğin kıyısına gelerek) gerçekleşen bir ‘soyunuştur’ o.’’ Tezer Özlü hakkında böyle söylüyor Müge İplikçi, Varlık Dergisi’nin Ocak 2012’deki sayısında.
Metne, yazarı böyle bir noktadan anlatan cümlelerle başlayışımızın nedeniyse tipik bir yanılgıyı kırma denemesidir. Yakın tarih Türk yazınının gerçek anlamda isyan bayraklarını açan en dişli yazarlarından biridir Tezer Özlü. Ancak buna rağmen geçmişten günümüze lirik, melankolik, narin bir ‘’gamlı prenses’’ olarak anılmaktan ya da ağırlıklı olarak böyle tanımlanmaktan her ne hikmetse kurtulamamıştır. Ancak bu yaygın anlayıştan sıyrılarak metinlerine tekrar bakılırsa görülür ki Tezer Hanım toplumsal kodları dur durak bilmeden sorgulayan, bastırılan arzuların peşinden giden, kadını ve kadınlığı öğretilmiş ve dayatılmış biçimlerle ele alanlardan korkusuzca sıyrılan yakın geçmişimizin en değerli kalemlerindendir.
10 Eylül 1942’de Kütahya’da dünyaya gelen yazarın ilk dönemleri Simav ve Ödemiş’te geçer. Ancak göç etmek denen eylemi de erkenden, ilkokul çağında ailesiyle beraber İstanbul’a gelerek yaşar. Bu erken ‘’yer değiştirme’’, onun ileriki yıllarında gönüllü gezginliğiyle sürüp gidecektir. Küçük burjuva bir ailede dünyaya gelen Tezer Özlü, İstanbul Taksim’deki ilkokul yıllarının ardından Avusturya Kız Lisesi’nde almaya başladığı eğitimle Batılı anlamdaki eğitim kurumlarıyla da tanışır. Okul kampından istifade ederek Viyana’ya giden yazar ileride yeşerecek gezginliğinin tohumlarını da atmaya başlar. Bir yandan da Avrupa kültür – sanat tarihinin en yoğun yaşandığı kentlerden biri olan, Stefan Zweig’ın da ‘’Dünün Dünyası’’nda güzellemeler yaptığı Viyana gibi bir şehre adım atmış olur, hem de lise çağında. Böylece Kütahya’dan İstanbul’a gelerek değişen yaşam pratiğini, İstanbul’dan da Viyana’ya kampa gitmesiyle bambaşka bir kültüre olan tanıklığı takip eder.
Yüzyıllara yayılan Avrupa düşünce serüveninin türlü kazanımları Tezer Özlü’yü etkilemiş olabilir. Bir yandan da, yüreğinin götürdüğü yerlere gitme isteğine gencecik yaşta kulak verme cesaretini göstermiştir. Bu iki etken yazar için lise son sınıfta okulu bırakması ve Avrupa seyahatine çıkması için yeterli sebepler olacak ki tam da böyle yapmıştır. 1962’de Almanya ve Hollanda’yı modern seyyah misali gezen Özlü ertesi sene kardeşi Sezer Duru ile bir araya gelir. Sezer ile Tezer otostopla Paris’e giderler. Aynı ilkokulu bitiren, ardından aynı kız lisesine gönderilen iki kardeş birbirlerine benzer yaşam evrelerinden geçmiş gibidir. Aralarındaki kan bağı zorunlu bir birliktelik, sohbet ve paylaşım değil 1963’te Paris’e otostopla gidecekleri kadar bir ruhsal kardeşlik sağlar.
Paris’i oldukça seven, sonraki yıllarda da sık sık gidecek olan Tezer Özlü ağabeyi Demir Özlü’den de oldukça etkilenmiştir. Kendinden yedi yaş büyük olan Demir Özlü hukuk fakültesinde okurken, sonra güçlü bir kalem haline geleceği edebiyatla da o dönemler ilgilenmeye başlar. Ağabeyi ve onun arkadaşlarının fikirlerinden etkilenen Tezer Özlü’nün politika hakkındaki ilk fikirleri de böyle gelişmeye başlar. Aileden aldığı miras bununla da sınırlı değil. Eğitimci bir anne babanın kızı olmasının yanı sıra, anneanne ve babaannesi de artık çekemeyeceklerini anladıkları kocalarını terk eden, güçlü kadınlardır.
Devam edelim. ‘’Tam bize göre bir yer’’ dediği Paris’te tanıştığı, Adalet Ağaoğlu’nun kardeşi, tiyatrocu Güner Sümer’le de Türkiye’ye döndüklerinde evlenirler. 1963 yazar için bundan böyle Ankara’da sürdürdüğü bir evlilik ve tiyatro çevreleri anlamına gelmeye başlar. Yazmaya başladığı öykülerinde bu çevrelerin izlerini görebileceğiniz Tezer Hanım yarım bıraktığı liseyi açıktan bitirirken bir yandan da Goethe Enstitüsü’nde çeviriler yapmaya başlar.
Yazarın hummalı bir tempoda çalışan Güner Sümer’le olan ilişkisi her ne kadar evlilikle nihayetlenmiş olsa da, tıpkı anneanne ve babaannesi gibi Tezer Hanım da evliliğin bitirilemeyecek bir şey olduğunu düşünmez. Eşinin yoğun iş temposundan etkilenen yazara tam da bu dönem ‘’manik depresif’’ tanısı konur. Bu sıkışık dönemlerde Ferit Edgü ile olan dostluğu panzehir olur yazara. Ferit Bey Paris’e taşındıktan sonra mektup arkadaşlığı olarak süren bu dostluğun yanına bir de yazmak eklenir. Ferit Edgü’nün daha sonra yazar hakkında söylediklerini aktarmadan geçmeyelim:
“Genç okurlar onun yazılarında bastırılmış başkaldırılarını, özgürlük tutkularını, yalansız bir dünya özlemlerini buldular. Yazmanın yalnız estetik değil aynı zamanda etik bir sorun olduğunu gördüler. Tezer’in yazdıklarına olan bağlılıklarının bir nedeni de bu olmalı.’’
Manik depresif bir döneme girmiş bulunan Özlü, maddi – manevi bağımlı olmadığı ama hemen bitiremediği bu evliliği sonunda nihayetlendirir. Bu kez İstanbul – Ankara arasında sürekli bir göç yaşamaya başlayan yazar bu dönemde ablası Sezer Hanım ve eşi Orhan Duru ile Ankara’da, Paris’ten dönen Ferit Edgü ile de İstanbul’da vakit geçirerek toparlanır. Ayrıca 1967 – 72 yılları arası, yazarın psikolojik tedavi amacıyla hastaneye yattığı bir beş yıllık dönemi kapsar. Yönetmen Erden Kıral ile de bu dönemde tanışır. İkilinin aralarında kurulan sevgi ve şefkat bağı onları evliliğe götürür. Evliliğinden Deniz isminde bir kız çocuğu sahibi olan Tezer Özlü’nün Leyla Erbil’le olan dostluğu da bu dönemde başlar. İleri yıllarda Zürih’e yerleştiğinde Leyla Hanım’a gönderdiği mektupların birinden bir bölüm:
“Aslında kendimi düşünsem, yaşamım boyunca ilk kez bu denli rahat koşullarda yaşıyorum, üstelik çok sevdiğim bir insanla birlikteyim. Ama yaşam karşı çıkmak değil mi?” (Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar)
Vakit ilerler. İkinci eşinin sinema yönetmenliği, yazarın odağını da sinemaya çevirmeye başlar. Bu noktaya gelinceye kadar dergilerde yayımlanan öyküleri de ‘’Eski Bahçe’’ adlı bir seçki kitapla 1978’de yayımlanır. Tezer, artık öykülerinin kitaplaştığı bir yazardır.
“Yaşamı cesur yaşamak gerek. Yaşamı doyarak yaşamak gerek. Yaşamı insafsızca yaşamak gerek. Yaşam sert. Yaşamı sert yaşamak gerek. Aşırı duyarlılıkları, garip aile bağlarını zamanında yenmek gerek.’’ (Eski Bahçe)
1967 ila 72 arasındaki rehabilitasyon sürecinde çocukluğundan ailesine, okul döneminden hayatın kendisine kadar envaiçeşit alana dair yazdıklarıysa, meşhur eseri ‘’Çocukluğumun Soğuk Geceleri’’nde bir araya gelir. Kitap ancak 1980’de yayımlanma şansı yakalasa da eser bugün olduğu kadar yarın da okurların kafasında ‘’elektroşok’’ etkisi yaratmayı sürdürecektir. Bu basit söz oyunumuzun sebebiyse, Tezer Hanım’ın hastane sürecinde kafasına elektroşok verilmiş olması ve kitabında da o zaman dilimini şöyle anlatmasıdır:
“Dayan buna, diye düşündüm. Senin düşüncelerini değiştirip kendilerininkine nasıl olsa uyduramayacaklar. Seni görmek istedikleri gibi olmayacaksın hiçbir zaman. Tanımadığın sürece her acı dayanılabilir.” Bu ikinci kitabının ardından bir sene sonra, 1981’de Almanya’dan bir burs kazanarak Berlin’e giden Özlü, ömrünün sonuna değin beraber olacağı adamı burada bulur. İsviçre asıllı bir fotoğraf sanatçısı olan Hans Peter Marti, yazarın üçüncü kocasıdır ve Marti hakkında şunları söyler:
“Berlin bursunu sanki bunun için kazanmışım, bu adam için gitmişim, iki kocamda da bulamadığım o şefkati bulmak için. Aldım getirdim onu işte! Ölümümü bulmaya gitmişim sanki…”
Bu sırada, Kıral’la olan evliliği devam eden yazar yaşadığı çeşitli resmî sorunları geride bırakmak, Marti ile evlenebilmek için Zürih’e taşınır. 1984’te evlenen Hans ve Tezer çifti, yazarın ölümüne değin Zürih’te birlikte yaşarlar. 1983, yazarın edebî kariyeri için bereketli bir yıl olur. “Auf Den Spuren Eines Selbstmords” (Bir İntiharın İzinde) adlı romanı, Marburg Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Kitabının hazırlığı konusunda yardım aldığı eski dostu Ferit Edgü, yazara bu eserinin Türkiye’de de yayımlanmasını önerir ve işte karşımıza Özlü’nün ‘’Yaşamın Ucuna Yolculuk’’u çıkar.
‘’Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak için tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum dedikleri kitlenin bir aradaki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılamıyor.’’ (Yaşamın Ucuna Yolculuk)
Büyük Türk eleştirmeni ve yazarı Fethi Naci’nin eser hakkında yaptığı yorum yapıtın genel iskeletini de verir gibidir: “Tezer Özlü’nün kitabı, bir yanıyla, bir ‘aydın kadın’ın toplumsal törelere başkaldırması.’’ Eser, kırklı yaşlarına gelip olgunlaşan, toplumsal dayatmalara karşı artık şerbetli olan bir insanın kendi ruhsal yolculuğuna yoğunlaşması ve bu uğurda toplumunu, ailesini terk etmesidir. Esere adını veren yolculuk bireyin kendi ruhsal yolculuğunun yanı sıra edebî ruhdaşlarına olan seyahatini de içerir. Eserde Kafka, Pavese ve Svevo’nun doğup büyüdükleri kentlere gidilir. Fiziken bir araya gelme şansının olmadığı, çoktan yitirdiği edebî dostlarıyla anlatıcının dostluğu görülür. Özlü’nün ruhsal olarak yakınlık beslediği bu büyük isimler, toplumun kimi kesimleri nezdinde ‘’öteki’’ olan, verili sınırların ötesine gitmekten korkmayan kalemlerdir. Özlü, bu üç isimle arasında kurduğu bağı Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta bir kaderdaş misali aktarır.
Zürih’te sevdiği adamla beraber olan Özlü, kızının da yanına gelmesiyle mutluluğunu pekiştirir. Ancak var olmanın acısı, toplumsal kabullerin reddi, ruhsal akrabalıklar derken içine düşen kurt onu rahat bırakmaz. Buna sebep olan hadiseyi keşfedemeden göğüs kanseri hastalığına yakalandığını öğrenen Tezer Hanım ‘’Ölümüm’’ diye anlattığı son sevgilisinin yanında, 1986 yılında hayatını kaybeder. Mezarı, birçok edebiyatçımızın da yattığı Aşiyan Mezarlığı’ndadır. Bugün Tezer Özlü’yü okumak, ilk gençlikte okunduysa ileride tekrar okunmak üzere zihnimizde muhafaza etmek oldukça elzemdir. Neden, derseniz; ilk gençliğinizde okuduğunuz zaman size ‘’gamlı prenses’’ olarak gözükebilecek bir yazarın, ileriki yıllarda tekrar okunduğunda aslında ne kadar da inatçı, asi, avangart bir kaleme sahip olduğunu söylemek yeterli olacaktır. Yakın dönem Türk edebiyatında, kendini yerleşik düşünceleri sarsmak pahasına keşfetme yoluna giden Sevgi Soysal‘ı da okumak ”kadın edebiyatı”mızı anlamak açısından önemlidir.
‘’Bir şeylere açılmak, bir yerlere koşmak, dünyayı kavramak istiyorum. Dünyanın bize yaşatılandan, öğretilenden daha başka olduğunu seziyorum.’’ (Çocukluğun Soğuk Geceleri)
Kaynakça: 1, 2, Tezer Özlü’nün Eserleri
Hazırlayan: Mert Bekçi
[…] korumaya devam etmektedir. Yakın tarih Türk yazınının eril dili sorgulayan bir başka yazarı, Tezer Özlü‘yü okuyarak da yelpazeyi genişletmenizi salık veririm. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti […]