Tolga Gümüşay, Altın Kitaplar logosuyla çıkan, “Kareli Öyküler” ve “Genç Kareli Öyküler”’in ardından “İstanbul Kareli Öyküler” ile sanatseverlerin kalbini fethetmeye devam ediyor. Bugüne kadar 5 romanı ve 5 öykü kitabı bulunan başarılı yazar Tolga Gümüşay, Ecem Kodak’ın sorularını cevapladı.
Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? Tolga Gümüşay kimdir?
2000 yılından bu yana yazıyorum. Bugüne dek 5 romanım 5 de öykü kitabım yayınlandı. Halen çok sevdiğim Galata’da, yalnızca bu iş için kullandığım bir mekanda yazıyorum. Bilindik olanla bilinmeyeni, hayalle gerçeği, geçmişle bugünü iç içe geçirip kavrayışı, hissiyatı büyütmeyi; şiirsel olanı fark edip, aktarılabilir hale getirmeyi seviyorum. Kendimi sorgularken aslında hepimize dair bir şeyleri açığa çıkarıyor olmayı; bana hiç benzemeyen birini anlamaya gayret ederken kendimle karşılaşıvermeyi; yazarken sandığımdan daha derin, daha bilge, daha cesur olduğumu keşfetmeyi; okura aslında kendisinin de öyle olduğunu hatırlatmayı seviyorum. Kısacası yazmayı seviyorum.
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı?
12 yaşındayken ilk kompozisyon sınavı esnasında yazmanın hayatta yapabileceğim en iyi şey olduğunu sezmiştim. Sonra ara ara bu sezgiyi doğrulayan tecrübeler yaşadım. 2000 yılında; 10 yıl öncesinde mezun olduğum Kadıköy Anadolu Lisesi yatakhanesinden ayrılmanın ne anlama geldiğini anlatan bir roman yazma ihtiyacı hissettim. 6 Yıl Tam Pansiyon adlı bu roman ilk ve en çok basımı gerçekleşen kitabım oldu. Aynı zamanda yazarlığı da hayatımın merkezine oturttu.
Kitaplarınızda ön planda olan fotoğraflar mı yoksa hikayeler mi?
Sanırım fotoğraflı öykü kitaplarım olan Kareli Öyküler serisi için bu soru. Ben bir yazarım. Dolayısıyla bu soruya verebileceğim kestirme yanıt; hikayeler olur. Diğer yandan bu projeyi özgün ve özel yapan öykü ile fotoğrafın iç içeliği. Öykünün içindeki bir anı fotoğraf olarak görebilmek; fotoğrafın arkasındaki hikayeyi öğrenebilmek şüphesiz kavrayışı derinleştiriyor, etkiyi büyütüyor.
İstanbul Kareli Öyküler’de İstanbul’un belirli bir yüzü mü konu ediliyor yoksa metruk sokaklarından saraylarına dek şehrin tüm katmanları mı sentezleniyor?
İstanbul dünyanın en eski metropolü. Bu şehirde dünyanın her hangi bir kentinde bulabileceğiniz her şey ve çok daha fazlası var. Yüzyıllara tanıklık etmiş olmanın bilgeliği var. Farklı imparatorlukların, milletlerin, dinlerin, göçlerin, kültürlerin izleri var. Görkemli zamanların, acı günlerin, büyük aşkların, zoraki göçlerin, her şeye rağmen iyiliklerin, huzur veren tevekküllerin gölgesi var. Boya katmanları gibi üst üste binmiş yaşamların renkleri, dokuları var. Apartman boşluklarında saklanan asırlık kokular var. İlk sahiplerinden uzak düşmüş binalarla, köylerinden ayrı düşmüş Anadolu insanlarının zoraki birlikteliği var. Farklı coğrafyalardan İstanbul kıyılarına sürüklenmiş Afrikalı, Orta Doğulu ve Asyalıların ayakta kalma gayretleri var. Tarihi bir dekorun içinde, onun hiç farkında olmaksızın hayatını sürdüren alçakgönüllü, muhafazakar insanlarımız var. İstanbul Kareli Öyküler’de ayak bastığım çocukluk yıllarımdan bu yana kendimi gönülden bağlı hissettiğim bu güzel şehrin bütün bu dokunaklı hikayelerini, zamanlarını, mekanlarını, insanlarını kucaklamaya çalıştım.
“İstanbul Kareli Öyküler” de okuru en çok hangi özellikler cezbediyor?
Bu soruyu okurlara sormak lazım aslında. Bugüne dek bana ulaşan yorum ve eleştirilerinden yola çıkarak kısaca şöyle yanıtlayabilirim. Her gün kıyısından geçtiğimiz ama çok da üzerinde durmadığımız değerler hakkında düşünmek; kendimize uzak bulduğumuz insanların hikayelerini dinledikçe ne çok ortak duygumuzun olduğunu keşfetmek; Süleymaniye’de pencereleri kafesli bir Osmanlı evinin, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bir levanten cumbasının, Arnavutköy semalarında süzülen bir martının, Balat’ta asırlık bir binanın penceresinden sarkan bir yoğurt kovasının, Boğaz’da tuttuğu balıkları yetim kardeşlerine götüren Suriyeli bir çocuğun bizlere söyleyebileceği çok şey olduğunu fark etmek; gündelik koşuşturmalarımız arasında ihmal ettiğimiz bu gözlem, kavrayış ve duyguların esasında önemli sandığımız pek çok şeyden; hemen hemen her şeyden daha değerli ve önemli olduğunu; bizi biz yapanın, İstanbul üzerinden insanlık okyanusuna bağlayanın bütün bu imgeler olduğunu idrak etmek hepimize iyi geliyor. Fotoğraflar hikayenin olabilirliğine kanıt oluşturuyor. Ve bu da kareli öyküleri daha inandırıcı hale getiriyor.
“Hiç Kimsenin Kenti” kitabınızın bir belgeseli var. Diğer kitaplarınız için de böyle bir çalışmanız olacak mı?
Haklısınız. Bein İz TV’de halen zaman zaman tekrarlanan bir belgeseli var “Hiç Kimsenin Kenti”nin. Kareli Öyküler ve diğer kitaplarım için de çekilebilir. Zaman zaman görüşmeler de yapıyoruz bu konularda. Ancak yeterince kaliteli, eser hakkında yalnızca bilgi veren değil; onun ruhunu da yansıtan bir yapım olacaksa gerçekleştirmek isterim. Bu da çok kolay bir denklem değil açıkçası. Kareli Öyküler’de çok iyi bir ekiple bunu başardık. Tekrar aynı koşulları oluşturabilirsek neden olmasın?
Yakın zamanda yeni bir projeniz var mı?
Evet uzunca bir süredir yeni bir İstanbul romanı üzerinde çalışıyorum. 1920-90 arası İstanbul hayatından kesitler sunan; çok kimlikli, çok renkli, çok sarsıcı zamanlarda gezinen, 20. yüzyıl İstanbul’unun ruhunu karlı bir gecede, tarihi bir Tarlabaşı apartmanında yakalayan bir roman… Yıl sonuna kadar okurlarla buluşturmayı hedefliyorum.
Röportaj: Ecem Kodak
İlk yorum yapan siz olun