İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Üç Kitap Üzerinden Bir Karakter İncelemesi: Doppler

“Sen Bir Elmasın”

Yazan: Şeniz Baş

Doppler bir keşiş mi, bir ferrarisini satan bilge mi, bir deli mi, yoksa deli taklidi yapan bir kaybeden mi? 

Doppler kim?

Doppler bir elma. 

Bunu kendisi de söylüyor, daha doğrusu en sonunda itiraf ediyor.

“Ben bir elmayım.” Bildiğimiz Dünyanın Sonu, s.205

Bir insan elma olduğunu nasıl anlar? Bunun cevabını vermek için öncelikle bildiğimiz dünyanın bildiği ismiyle Andreas Doppler kim, onu anlatmakla başlayalım. Naif.Süper isimli kitabıyla adını duyuran ve çok satanlar listesine girmeyi birkaç kere başaran Norveçli yazar Erlend Loe’nin roman kahramanı kendisi. Loe ilk kitabı Doppler’de yarattığı kahramanını o kadar sevmiş olmalı ki ardından devam niteliğinde iki kitap daha yazmış. Loe, Doppler, Volvo Kamyonlar ve Bildiğimiz Dünyanın Sonu kitaplarında kahramanını yıllar boyu takip etmiş, onun en mahrem yaşantısını ve oldukça karışık olan kafasının içini de gözler önüne sermiş. Bir göz atalım bu yaşantıya: 

Doppler bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini hamamböceği olarak bulan Gregor Samsa’ya yakın bir çizgide, bir gün orman kenarında bisikletten düşüp kafasını vurunca kendini bir “avare” olarak buluyor. O güne kadar Oslo’nun iyi bir semtinde, güzel bir evde, iki çocuğu ve karısıyla, iyi gelir elde ettiği ve başarılı olduğu işiyle orta üst sınıfın güzide bir temsilcisi olarak hayatını sürmüş Doppler. Lakin o anda bir çağrı duyuyor; orman ona gel, diyor. Doppler de pılıyı pırtıyı toplayıp ki epeyi az bir şey bu, ormana çadırı kuruyor. Ne dışına ne içine, medeniyete ulaşabileceği kadar kıyıda, kendini doğanın koynunda hissedecek kadar derinde. Kahramanımız paradan puldan da vazgeçiyor ve bir takas ekonomisi yaratıyor: Al sana geyik eti, ver bana yağsız süt. Karısı ilk başlarda bu duruma, Doppler’in babasının yakınlarda kaybetmiş olmasını da göz önüne alarak olsa gerek, ses çıkarmıyor. Solveig yani karısı üçüncü çocuğa hamile olduğunu anlayınca ise baskılar oluşuyor. Ama bütün bu toplumsal ve ailesel baskılara karşı koyan Doppler’in kendine göre mantıklı bir açıklaması var: Dönmeyi istemiyor. 

Doppler’in ve bahsekonu üç kitabın hikâyesini anlatıp okuma zevkini köreltmeyi istemediğimden çok fazla detaylardan bahsetmeyeceğim. Sadece şu kadarını belirteyim, her üç kitapta da anlatıcılar farklılaşıyor. İlk kitapta Doppler kendisi anlatıyor, ikinci kitapta yazar kendini ortaya koyuyor ve okura hitap ediyor, üçüncü kitapta ise üçüncü kişi anlatıcı aktarıyor. Bu da kitaplardaki dinamizmi arttıran çoğu tekniğin yanı sıra etkili bir araç olarak dikkat çekiyor. Diğer bir unsuru da belirtmeden geçemeyeceğim; her kitapta Doppler’in maceralarına birbirinden renkli karakterler eşlik ediyor. Özellikle ikinci kitapta Doppler neredeyse yan karakterlerden biri, diğerlerinin hikâyelerini anlatmak için bir araç. Bu yazının odağı ise tamamen Andreas Doppler. Çünkü hakkında üç kitap yazılmış bir roman kahramanı olmak az şey değil. Üstelik Doppler’in hayat hakkındaki epeyi karışmış kafası da son yüzyılda konuşulan birçok konunu izlerini sürmek için ideal bir yer. Tabii eğer bu kaos içinde okur yolunu kaybetmez ve “Sen de çok oldun kardeşim, yediğin önünde, yemediğin arkanda, derdin ne senin?” deyip elinden bırakmazsa. Ki mümkün, zira Doppler pek özdeşlik kurulabilecek bir kahraman değil. Neden mi? Ona da bakalım:

Doppler olduğu her ne varsa reddederek bir kayboluş ve yeniden buluş yolculuğuna çıkıyor. Çünkü olduğu şeyler ona pek bir ağır geliyor. İlk kitabın daha başlarında, “Ben bir bisikletçiyim. Koca, baba, oğul ve işçiyim. Ev sahibiyim. Ve bir sürü başka şeyim. İnsan çok fazla bir şey,” diyerek bunu beyan ediyor. Ormana gidişle başlayan yolculuğuyla beraber fazlalık bulduklarını tek tek atıyor sırtından. Oğul olmak babasının ölümüyle kendiliğinden sona eriyor. Doppler bunun kafasında kalan kalıntılarını da oğluyla beraber diktiği bir totemle toprağa gömüyor ve ondan kurtuluyor. Koca olma vasfını ise sakince evinin kapısının önüne bırakıp evden çıkıyor. Çünkü bir koca, karısına karşı olan görevlerini yerine getirir, çalışır, para kazanır, Pazar günleri mangal yapar ve dost sofralarında baş köşeye oturur. Doppler bu eylemlerden ve sorumluluklardan sıyrılıyor. Katip Bartleby gibi yapmamayı tercih ediyor. Okur, onun baba olmaktan kolay kolay vazgeçemeyeceğini düşünürse de yanılır. İlk iki çocuğuyla arasına mesafe koyduğu gibi üçüncü çocuğunun doğumuna da güç ve tehdit uygulanarak götürülebiliyor. İlk kitap boyunca da genel olarak çocuklar üzerinde bir sahiplik iddiasında bulunulmasının doğru olmadığını işaret ediyor. Pek haksız sayılmazsa da bu düşünceleri konusunda birçok diğer düşüncesi gibi sabit kalamadığını ilerledikçe görüyoruz. Bisikletten düşmeden önce bir beyaz yakalı çalışan olarak toplumun saygın bir bireyi olan Doppler, tek kelime etmeden sadece işe gitmeyerek bu sürece de son veriyor. Doppler zaten fazla “başarılı” ve “çalışkan” olmaktan muzdarip. Çok çalışkan olmasının en kötü özelliği olduğunu düşünüyor. Hatta ormandaki yeni hayatına onu yönlendiren bu: Çalışkan bir öğrenci, çalışkan bir koca, çalışkan bir işçi olmaktan nefret etmesi. Kendi anlatsın ne demek istediğini:

“İnsan bir kez başarılı olmayagörsün, çevresinden övgüler almaya devanı etmek için elinden geleni ardına koymaz. Bu, kendi kendine güçlenen, sonlanması gerektiği düşünülemeyecek bir döngü. İnsan öğrenci olarak, daha sonra iş hayatında, örgütlerde, derneklerde başarılı olabilir. İnsan başarılı bir partner, eş ya da dost, başarılı bir ebeveyn ve tüketici olabilir; insanın başkalarından daha başarılı olamayacağı hiçbir şey yok aslında; insan başarılı bir biçimde yaşlanabilir, hastalanabilir ve başarıyla ölebilir. Bisikletten düşüp kafamı çarpmasaydım ben de bunu yapardım şüphesiz. Ama arık olmaz. Ölümüm beceriksizce olacak, yaşadığım sürece bir daha asla bir şeyleri başarmaya çalışmayacağım. Hiçbir şeyi başarmayacağım artık. Son bir kez muvaffak oldum, son bir kez başarılıyım.” Doppler, s.30

Her yorgun orta sınıf bireyin zaman zaman düşündükleri ve hissettiklerinden farklı değil aslında Doppler’inkiler de. Bir farkla, Doppler toplumun, bunları düşündüğü halde her türlü görevini ve sorumluluğunu yerine getiren bir bireyi olmaktan feragat ediveriyor. Burada bu feragat, kaçışı da içeriyor elbette. Doppler bir kaçış ustası oluveriyor hatta. Önce aileden, sonra toplumdan ve nihayet kendinden de kaçıyor. Karışık kafasının kendisini yormasına izin vermemek için de arada sırada baş gösteren isteklerini görmezden geliyor, bazen televizyon programlarının bazen uyuşturucu maddelerin bazen de cinselliğin onu ele geçirmesine izin veriyor. Orada oraya savruluyor. Ruhunu ısıra ısıra kemiren sistemden kaçarken sistemin farklı katmanlarındaki insanların ya da unsurların aklından, bedeninden, hayatından koca ısırıklar almasına karşı koymuyor/koyamıyor. Doppler’in elmalığı da böylece ortaya çıkıyor. Doppler, koçanı kalana kadar ısırıklar alınmasına izin veren bir elma. 

Zaman zaman baş gösteren isteklerinden bahsettik. Doppler ormanlardan ormanlara, hayatlardan hayatlara geçerken bir noktada artık eski hayatına yeni bir biçimle dönmeyi arzu ediyor. Bu geri gönüş onun akıllandığını(!) ve geçici deliliğinin sona erdiğini düşündürtse bile hiç de öyle değil. Doppler artık bir lüzumsuz ya da niteliksiz adam. Önceki vasıflarını kaybettiği gibi yerine de yenilerini koymada beceriksiz ve isteksiz. Dünyanın da onu olduğu gibi kabul etmesi ise olanaksız. Ama bütün bu olanaksızlıklar içinde Doppler kendine bir yer açma konusunda kararlı. Çocuklarıyla yeniden iletişim kurmak istiyor, hayatına bir kadın girsin istiyor -mümkünse karısı-, ormanda kendine arkadaş edindiği geyik Bongo dışında da birileriyle iletişim istiyor. Ama bu isteğine karşılık verebileceği çok şey yok, artık edilgen bir izleyiş ve sonrasında pasif agresif tavırlardan başka kendini ortaya koyabileceği yol kalmamış. Buradaki tavrı neredeyse Turgenyev’in, âşık olduğu Lisa’yı bahçede ona kur yapan Bizmyenkov’la görünce bir ağacın arkasına sinip onları gözetlemekle yetinen kahramanına benziyor. Ondan biraz daha fazla sinsi olması ve neredeyse çocuksu yöntemlere başvurması ise okurun artık sinirini bozmaya başlıyor. Bir insanın kendisi için bir hayat istemesi farklı, başkalarını bu hayatın paydaşı olması için zorlaması farklı diye düşünmeye gayet açık bu tavırları. Bu bencillik acaba erkeklere özgü mü diye de bir soru beliriyor bu yazının yazarının aklında. Her ne kadar yazarı Erlend Loe, bir toplumsal cinsiyet rolü düşünmedim dese de Doppler tüm sisteme Don Quijote gibi karşı durup, yarattığı yeldeğirmenlerine saldırıp, toplumsal “erkek” rolünün sorumluluklarından sıyrılırken sanki tam da “onu” dayatıyor gibi de gelebilir ya da buradan da bakılabilir. Doppler’in bu geri dönüşüne dair söylediklerine kulak verelim:

“Birisi iş bulmak zorundaysa ama bunu yapmak istemiyorsa ve bu isteksizliğinin nedenini de tam olarak bilemiyorsa bir yasa konulmalı, diye düşünüyor. Mesela insan dünyadaki yerinden emin değilse, kaybolmuşsa, yaşamanın ve toplumun yapılarına akıl erdiremiyorsa bir yasa konulmalı.” Bildiğimiz Dünyanın Sonu, s.85

Sonunda Doppler’in gittikçe deneysel bir hale gelmeye başlayan yeni halinin isteklerini elde etmesini sağlamayacağını söyleyen toplum onu bu sefer medeniyetin kenarına bırakıyor. Onun strelize ekosistemin göbeğinde istemeseler de tamamen dışına da bırakmaya “insanlıkları” yetmiyor. Doppler bir kere daha savruluyor, ne yapacağına dair en ufak bir ön görüsü olmadan kim ve hangi olay onu nereye iteklerse oraya doğru gidiyor. Doppler bu noktadan sonra iradesini kaybetmiş bir kabuk oluveriyor. Okur buradan sonra biraz gıcık olduğu Doppler’i kurtarmak istese de bunu başaramayacağını üçüncü kitabın sonlarına doğru kabullenmek zorunda. Doppler ne istediğini bilmedikçe gökten yardım gelse kurtulamayacak. Burada “kurtulmanın” medeniyete dönüşten ziyade bu savruluştan ve çöküşten kurtulma olduğunu da belirtmek lazım. 

Doppler’in hikâyesinin sonuna kadar çizdiği manzara şu: Ben sistemden bıktım, sistemin çarklarının beni öğütmesinden bıktım, daha basit biri olmak istiyorum, sorumluluk istemiyorum. Ama ben bunları isterken sistem beni diri tutsun, içinde tutsun istiyorum. Çünkü Ayça Güçlüten’in Disko Topu’ndaki kahramanın dediği gibi: “Ben de biriyim.” Burada bir parantez daha açıp yazıda da geçen ve diğer karakterlerin de ima ettiği “deli” tanımının Doppler için geçerli olmadığı belirtilmeli. Çünkü Erlend Loe üçlemenin bir yerinde kahramanını psikiyatrik muayeneye sokup “cezai ehliyeti” olduğunu tespit ettiriyor. Yani Doppler aklını kaybetmedi, Doppler içinde bir yerlerde kaybettiği kendini arıyor. Peki Doppler’in ne istediğini bulması ya da bunun farkına varması ve kendini bulması nasıl gerçekleşecek? Burada herkesin bildiği bir kavram ortaya çıkıyor: En dibe vurmadan yüzeye çıkamazsın. 

Doppler bir elma olarak ısırılmanın ötesinde koçanı da emilip sömürülmüş olarak kendini sokaklarda buluyor. Bu bir tercih değil, Doppler’in tercihlerinin sonucu. Ama sokaklarda olmak ormanda olmaktan kötü. Orman bir tercihti, sokaklar ise tehcir. Bu tehcir açlık, ölüm tehlikesi, şiddet demek, azgın bir nehrin içinde kuru bir dal parçası olarak ezilmek demek. Doppler’in de üstüne o yoldan gelip geçen herkes basıyor, bunlara en ufak bir direniş göstermiyor, bir cevap vermiyor. Doppler böyle bir mücadeleyi sistemle uzlaşmak olarak mı alıyor acaba? Ama bu noktada da Doppler’in iradesini ortaya koyduğu, tercihleri ve onun getirdikleriyle barışık olarak yaşayacağı bir hayat kurma çabası ikinci defa kendini gösteriyor. Birincisi bisikletten düştüğü zamandı, ikincisi de sokaklara sürüldüğü zaman oluyor. 

Doppler okuması kahramana duyulan sempatiyle başlıyor, sistemin dışına çıkma isteği, sarkastik dili, inatçılığı, dikbaşlılığı onu sevdiriyor. Bizden biri, biraz sıkılmış diye düşündürtüyor. Devamındaki savrulmaları diğer karakterlerin renkliliğiyle dikkat çekmiyor, Doppler biraz ileri gitti ama eğleniyor, hayatta herkesin biraz başıboş takılmaya hakkı vardı dedirtiyor. Sonra çöküşe giden yolda kendini toparlamadığı ve başkalarına zarar verdiği için kızgınlığa yol açıyor. Çöküş ise Doppler’e karşı derin bir acıma duydurtuyor ama biz okurlar sistemin içindeyiz, artık Doppler bizim onun için yapabileceklerimiz sınırının çok ötesinde. Yeniden diriliş ise Doppler’in artık bizi reddettiği bölüm, aramızda koca bir boşluk var. Dünyanın iki ayrı tarafına düştük. Ama Doppler bu ortak dünyada kendinin de bir yeri olmasını sağladı. İçimiz biraz rahat, Doppler iyi, artık arkamızı dönüp yeni eğlenceler bulabiliriz kendimize. 

Doppler hakkında yazılacaklar bitecek gibi değil. Birkaç yazıyı daha rahatlıkla kaldırır.  Sisteme daha doğrusu liberal politikalara ve toplumlara getirdiği eleştirilerin listesi ve Doppler’in “yirmibirinci yüzyıl insanı” olarak bunlara karşı durup “homo economicus” kimliğinden sıyrılma yolculuğu birçok perspektiften incelenebilir.  Para kazandığın, mavi boyalı bir evde oturduğun, çocuklarının okul taksitlerini ödediğin ve Bahamalar’da yaz tatili geçirebildiğin ölçüde insansın anlayışı döne döne irdelenebilir. Bu yazıda ise bakış açısı bireyin kendine olan sorumluluğu odağında kalındı. 

Son olarak Doppler’in yazı boyunca da takip edebileceğiniz gibi edebiyatın güçlü bazı kahramanlarından ve eserlerinde parçalar taşıdığını da düşündürtecek çok şey var. Kafka’nın Gregor Samsa’sı, Chuck Palahniuk’un Ölüm Porno’su, Turgenyev’in Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü, Cervantes’in Don Quijote’si, Melville’in Katip Bartleby’si, Albert Camus’nün Yabancı’sı, Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’si gibi… Benim gözden kaçırdığım da olmuştur elbet. Erlend Loe’nin sıkı bir okur ve okudukları üzerine düşündüğü de aşikâr. 

Doppler, Erlend Loe, çev. Dilek Başak, 14. bs, Yapı Kredi Yayınları, Nisan 2019

Volvo Kamyonlar, Erlend Loe, çev. Dilek Başak, Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2021

Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Erlend Loe, çev. Dilek Başak, 7. bs, Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2021

Şeniz Baş

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir