Geçtiğimiz üç-dört sene içerisinde Türk edebiyatında öykü kitapları önemli ölçüde sükse yaptı. Üretken ve dünyaya entegre yazarların kaleme aldığı öykü kitapları bu açıdan mevcuttan daha fazla ilgi çekecek bir durum yaratmayı da başardı. Edebiyatın en önemli ayaklarından biri olan öykülerin / öykü kitaplarının bu yükselişinde kendisine de mutlaka pay çıkarmamız gereken bir yazar var: Ezgi Polat. 2017’de Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda ve 2019’da Hiçbir Yerin Ortasında eserlerinin ilk baskısına kavuşan yazar, günümüz Türk edebiyatının öykü dalındaki önde gelen isimlerinden biri. Geçmişten bugüne pek çok yazar gibi yolu ilkin edebiyat dergilerinden geçen Ezgi Polat’ın öyküleri Notos, Kitap-lık, Sözcükler, Peyniraltı Edebiyatı gibi pek çok dergide yayımlandı. Huzursuzluk, gündelik ilişkilerde üzeri örtülen ve bu nedenle çığa dönüşen meseleler, yalnızlık korkusu, bunların getirdiği gerilimli atmosfer yazarın öykülerinden söz açıldığında akla ilk gelen kavramlar. Yazarın eserleri, güncel meseleler, Türk edebiyatında yükselen, alçalan kavramlar gibi pek çok konudan oluşan sohbetimiz ile Polat’ı daha yakından tanıyalım.
Ezgi Polat hoş geldiniz. İlk öykü kitabınızın Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda adını taşıması üzerine bir soru soracağım önce. Bir yazarın yayımlanan ilk eserinde tüm biriktirdiklerini yazması dozu, volümü artırabilirken sizin gerek eserin adı ile gerek kitaptaki öyküler ile susmaya vurgu yapmanız çok dikkatimi çekmişti. Bu konuda ne dersiniz?
Burada içeriğin yanı sıra biçimden de bahsediyorsunuz sanırım. Geriye dönüp baktığımda bütün bu susma meselesinin temelini oluşturan şeyin biçimsel olarak arzu ettiğim kaliteye ulaşmaya çabalarken yaratıldığını söyleyebilirim. Her zaman unutmamamız gereken bir şey var. Ne kadar az sözle anlatabiliyorsak o kadar iyi. Ne kadar neyi gizlememiz gerektiğini iyi bilirsek o kadar etkileyici. Zihin biçimsel olarak bunlarla meşgul olurken doğal olarak yaratılan kurguda da yaşamın içinde de bu gizleme/susma anlarının ne kadar etkili olduğuna dair farkındalık artıyor. Olaylara bu gözle bakınca da ortaya çıkan metinlerin odak noktası benim için susmak oldu diyebilirim.
Bildiğim kadarıyla pek çok öykünüze son noktayı koymanız geniş bir zamana yayılıyor. Ezgi Polat‘ın genel olarak kurgu oluşturma, yazma, metni eğip bükme süreçlerini ve yazarken çalışma ortamını merak ettim.
Sabah erken saatler. Müzik yok. Kahve var. Çalışma masamdayım. O dönemki motivasyon kaynağım metin karşımda açık. Bir yandan okuyor bir yandan araştırıyor bir yandan yazıyorum. Her sabah masa başına geçtiğimde yazdıklarımı baştan okuyor, kaldığım yerden öyle devam ediyorum. Her metnin kendine göre ayrı bir yazılma süreci, sancısı var. Ben hep aynı şeyi yapmak istemem. Bu nedenle kurgulamaya çalıştığım dil ve biçim ile kendimi zorlayarak yeni yollar keşfediyorum. Bazen bir metafor üzerine kuruyorum hikayeyi bazen hikaye bitince metaforumu bulabiliyorum. Yıllarca değiştirip değiştirip yazdığım bir şeyi yayınlamaya cesaret edemezken bazen çok daha kısa sürede bu cesareti topladığım oluyor. Bazen en baştan çerçeveyi belirleyebiliyorum bazen akışın içindeyken bunu yapabiliyorum. Size kesin şeyler söyleyemem.
Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda eserinizde kayıtsız ama tepkili, merak etmeyen ama aslında soran, sorgulayan kahramanlar var diyebilir miyiz? Encantado öyküsündeki Seda mesela nasıl biri, biriydi?
Diyebiliriz sanırım. Bu insanlar her şeyin farkında ama nasıl ifade edeceğini bilmeyen ve tuhaf toplumsal kodlar nedeniyle bir tür kabulleniş yaşayan insanlar. Tasvir ettiğin şey tam da bu sanırım. Seda da bu insanlardan biri. İçinde bir isyan kaynıyor, yaşadığı evin camları paramparça edilmiş, soğuk, bulunduğu yere ait değil belli ki ama eylemsiz. Duruyor ve isyan ediyor. Bu nedenle onların patlatma anlarını seviyorum. Çünkü bu insanlar için ya bu patlama anlarıyla gelen bir kaçış var ya da mahkûmiyet. Bu ikilemde kalan herkes kaçsın isterim.
Kitapta henüz öykülere gelmeden bizi Herman Melville’nin bir sözü karşılıyor: “Büyük coşku anlarında, insan aşağılık hesapların tümünü küçümser. Ama bu coşku anları geçicidir.” Bu ikiyüzlülüğe yakın durum da susulacak çok şey olduğunu düşündürten bir durum mu?
Büyük coşku anlarında insanlar genellikle hata olarak addedilen ya da onlarda pişmanlık uyandırabilecek şeyler yaparlar ya da sözler söylerler. Çünkü o zaman cesuruzdur. Ancak çok geçmeden gerçekle yüzleşiriz ya da birileri kendi gerçeklerini bize dayatmaya çalışırlar. Susmayı savunmuyorum ama pasif agresif bir toplumuz, bu gibi durumlarda susmayı ya da yanlış tepkiler vermeyi biliyoruz. Hepsi bu.
Kitaptaki Geleceksen Gel Sen De bana hem ironik hem müstehzi hem de hüzünlü gelmişti. “… O zaman fare de kalıversin. Ayıp olur şimdi. Murat gittiyse fare de gidecek. Tez elden haber salınacak. Bir çaresi bulunacak bu işin. Yalnızlık istiyorum. Sonsuz sonsuz yalnızlık. Ucu bucağı görünmesin. Gidecek bir şey kalmasın. Eşyaları da atalım. Erzak da kalmasın kanepe de. Ne tahta kurusu ne fare. Yok kış geldi halıları yıkamaya verelim. Yok yaz geldi camları silelim. Camları da sökeceğim. O olacak en sonunda. Camları da sökersem kedi köpek dolar içerisi. Dolarsa dolsun. Kanepeme oturacak insan da kalmadıysa parkelerime kedi köpek işesin. Ama az daha beklemeliyim. Olur da Murat bir eşyasını unutmuştur ya da bir şey diyeceği tutar da geliverirse ‘acıdan sersefil olmuş, aşkından dağılmış’ demesin.” Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sını hatırlatıyor bu karakter bana. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bu karakter Sevgi Soysal’ın deli karakterlerinin akrabasıdır.
İkinci kitap Hiçbir Yerin Ortasında da önceki eseriniz gibi daha adı ile tersine anlamlar yaratmaya başlıyor. Bu eserin oluşum süreci nasıldı?
Böyle bir zorunluluğum olduğu için değil, kendimi bunu yapmaya zorunlu kıldığım için ve bundan haz aldığım için hep daha iyinin peşinde koşuyorum. Bu kitapta da yanlışlarının ya da eksiklerinin daha farkında, daha iyi metinlerle karşılaşmış ve karşılaştığı metinleri ve nasıl yazıldıklarını daha iyi analiz edebilen bir Ezgi vardı ve tüm öyküler o bilinçle yazıldı. Yoğun, uzun ve sancılı bir süreçti. Üstünde durduğum temalar da yazınsal ve psikolojik anlamda ağır oldukları için taşımakta zorlandığım, yıprandığım zamanlar çok oldu. Böyle zamanlarda onları bir kenara bırakıp bir süre beklemeye çalıştım ve sonra dönüp yeniden kaldırmadan önce bana ait olduklarını umursamadan artık çürüdüğünü düşündüğüm her şeyi attım. Yenilerine ulaştım. Çünkü öylesine sahip olmak beni mutlu eden bir şey değil. Bunu unutmadım.
Esere adını veren öyküdeki fotoğrafçı Salgado aracılığıyla, uzun yıllar çok tartışılmış ve bir sonuca bağlanamamış görünen o konuyu çıkarıyorsunuz karşımıza. Bir savaş fotoğrafçısı / foto muhabiri felaket anında makinesine mi sarılmalı, batan gemiden insanları kayıklarla kurtarmalı mı? Siz nereden bakıyorsunuz buna?
Biz sanatçıyız. Bu noktada birilerinin batırdığı gemileri fark ettirmek bizim ödevimiz. Yazarak, çekerek, çizerek, oynayarak. Çünkü birilerinin de yalnızca vah tüh yapan ya da olan biteni anlamlandırmak yerine yalnızca şaşıran insanlara bu yıkımların varlığı sürekli hatırlatması ve insanları bu kötülüğe sürükleyen motivasyonları anlatmasına ihtiyaç var. Zaten hemen hemen herkes, insanın her şeyi yapabileceğine emin. Önemli olan onları bu her şeye nelerin ve kimlerin ittiği. Tarih kaydı tutulabildiğinde vardır. Aksi takdirde yok olur. Olmayan ya da çarpıtılmış bir geçmişle gelecek inşa etmemiz mümkün değildir. Bahsettiğiniz şeyin ne kadar zor ve acı verici olduğunu bilsem de belki bazı istisnalar dışında bu kabule varmamız elzem.
Aslında, en azından teorik açıdan foto muhabiri ile bir yazarın arasındaki fark üretilen iş esnasındaki an ve zaman farkı değil mi? Yazar soğurma yöntemine gidebilir, başına gelenleri, tanık olduklarını zamana yayarak anlatır ancak foto muhabiri an zamanda deklanşöre basmalıdır gibi…
Evet ama bir fotoğrafı başarılı kılan en önemli unsurlardan biri iyi bir hikayesinin olmasıdır. Bu da ikisinin kesişim noktası sanırım. Yöntemler farklı sanat dallarında birbirinin karşılığı olmak zorunda değil. Bu anlamda sormadığınızın farkındayım elbet. Benim de bu öyküyü yazarken kafamı kurcalayan konulardan biri buydu. Aynı olayı anlatmak için hangi yöntemleri kullanıyoruz, bunu yaparken ne kadar acı çekiyor ya da zorlanıyoruz? Tabii ki bu zaman farkı beraberinde çok farklı sorumluluklar, hesaplaşmalar getiriyor ve eserin sahibinin o anki hissinin şiddeti de ister istemez değişiyor.
Beni ilk eserde de ikincisinde de diyaloglar ve iç konuşmalar çok içine çekmişti. Neden bilmiyorum ama sıra dışı düzeyde bir doğallık var diyaloglarda:
“Tavuğu niye öldürdün?
Dedim ya, can çekişiyordu, acı çekiyordu.
Bacağım ezilse, acı çeksem beni de mi öldüreceksin?
Ne alakası var oğlum. Hastaneye götürürüm.
Onu niye yaşatmak yerine hemen öldürüyoruz peki?
Kendini tavukla bir mi tutuyorsun Doğan.
Alman’ın oğlu da benimle bir değil.”
Diyalog yazarken konuşan kişileri de olmaya mı çalışırsınız, yoksa kafanızdaki soru ve cevapları en uygun kişilere mi yerleştirirsiniz?
Ne güzel bir soru. Yazarken konuşan kişileri olmaya çalışırım ve bundan büyük bir haz duyarım ancak paralelde bu kimliğimin gerçekliğini zedelemeden kafamdaki soru işaretlerini uygun kişilere yerleştirerek kurgumu akmasını istediğim doğrultuda yönlendiririm. Yalnızca ikisinden birini yapıyor olsaydım sizi içine çekmezdi.
Pandemi sürecinde hayatınız nasıl gidiyor? Yazmaktan günlük hayata kadar?
Ben işlerin bir an olsun durmadığı, çok yoğun bir sektörde çalışıyorum paralelde. Pandemide de bu durum iyice zıvanadan çıktı diyebilirim. İşimi bir kenara bıraktığımda da çoğunlukla bir şey yapabilecek gücüm kalmıyor. Söylediğim gibi sabahları verimli yazabilen biriyim ve başlayınca kesintiye uğramasından hoşlanmıyorum ki bu bazen altı saat gibi sürelere ulaşabiliyor. İçinde bulunduğum durumda bu standardı bir yere düzenli olarak konumlandırmayı başaramadım. Fiziksel ihtiyaçlarımı bile karşılayamadığımı düşünüyorum bazen. Çok insani şeylerden bahsediyorum ama bizler insan değil robotuz. Değilsek de olmalıyız. Durumlar böyle.
Biraz Me Too hareketinden de konuşalım. Geçtiğimiz Aralık ayında sosyal medyada edebiyat camiasını da iyiden iyiye titretti Me Too hareketi. Ne dersiniz; bu, tartışılamayan büyük kalemlere de sıranın geldiğini gösteren bir ön dönem mi?
Büyük küçük fark etmez. Ancak büyüklüğünü kullanarak ondan destek görmeyi bekleyen kadınları psikolojik baskı altında taciz etmeyi kendinde hak görmek alçakça. Bunu diğerlerinden ayrı tutmuyorum elbette ancak artık bu işin odak noktası iktidar olanlar. Çünkü bu gündeme gelen durum tam da bu gündeme getirdiklerimizin eleştirdiği iktidar davranışı. Ne komik. Benim kendimi acındırarak ödüller alıp konfor alanımı yaratabilecek, edebiyatla geçimimi sürdürebilecek ya da masum bir maskeyle ortalarda dolaşıp edebiyattan kazandığım parayla ayrıca tuttuğum bir yazı evinde sefa sürebilecek bir lüksüm yok mesela. İnsan gerçekten, vay be, diyor. Burunlarından fitil fitil getireceğiz.
Ocak ayında da 3 Kuşak 3 Kadın 3 Kitap atölyesinde zincirin mevcut son halkasını temsilen siz bulunmuştunuz. Bu tür etkinlikler devam edecek mi?
Açıkçası bu etkinlik bana da sürpriz oldu. Önceden planlanmış, kararlaştırılmış bir şey değil. Karşılaştırmalı, bağlantılı okuma konusunda zayıfız ve bunu iyi yapmanın yazan insanlara gerçekten çok büyük katkısı var. İnsan neyi nereye neden koyacağını çok daha iyi anlıyor bu bilinç oturunca. Ben de böyle bir sürecin parçası olmaktan gurur duydum açıkçası. Aslı Tohumcu’yla yakın zamanda katılımcılarla bir araya gelmek için de sözleştik. Ufukta başka bir etkinliğim yok ama umarım devam eder. Benim de bu emeklere bir payım olursa ne mutlu.
Ezgi Polat söyleşi için teşekkürler. Yeni kitap, yeni öykü gibi planlar belirmeye başladı mı?
Bir antolojiye davet edilmiştim ve zaman kısıtlılığım da olduğu için önceliğime onu almıştım. Kurgu kafamda net olsa da iş yoğunluğumdan ötürü yazım süreci yarıda kaldı. Ümitsizliğe kapılıp bir köşeye çekilmiştim ancak arkadaşlar çok nazikler, yakın zamanda iletişime geçtik ve artık teslim etmek için biraz daha zamanım var. İlk işim bu olacak, umarım tamamlayabilirim. Bununla birlikte senaryolaştırmak istediğim bir öyküm ve roman fikrim var.
İlk yorum yapan siz olun