Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen. – Yunus Emre
Japon kısa öyküsünün kurucusu sayılan Ryunosuke Akutagava’nın 1915’te yazdığı Rashomon ve Korulukta öyküleri, Akira Kurosava’nın ellerinde sinema başyapıtına dönüşmüştür. Senaryo bu iki öyküden yola çıkılarak yazılsa da Korulukta öyküsü, filmin omurgasını oluşturur. 1950’de siyah-beyaz çekilen film, birçok ödül almıştır ve birçoğuna aday gösterilmiştir: Altın Aslan’ı, İtalyan Film Eleştirmenleri Ödülü’nü alır, en iyi film dalında BAFTA’ya, en iyi sanat yönetmeni ve dekor dalında OSCAR’a aday gösterilir ve son olarak Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin onur ödülüne layık görülür.
Filmin konusu ve sahneleri, kameranın kullanım biçimi, kamera açıları, doğanın dekor olarak kullanılışı, filmdeki gerilimin ritmi, filmin sadeliği, öykünün geriye dönüşlerle anlatılması ve tüm bunların uyumu; filmin neden bir başyapıt olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermektedir. Bu görsel şölen filmdeki kimi zıtlıkların gösterimi için harika bir atmosfer oluşturmuştur. Örneğin, filmin başlangıç sahnesinde havanın yağmurlu ama geriye dönüşlerdeki sahnelerde günlük güneşlik oluşu, öyküde ölü bir adama karşıt son sahnede yaşamı temsil eden bir bebeğin ortaya çıkışı… Umut ve umutsuzluk karşıtlığına dair güzel göndermelerdir.
Filmi güzelleştiren önemli etkenlerden biri de görselliğin ve sözsel anlatımın orantısıdır. Öyküler sözsel olarak anlatılmaya başlanır, birkaç cümle sonra sözün yerini görsellik alır. Sözsel anlatım çok daha azdır ancak en önemli anlarda görselliğe dahil olur. Bu sözler çok etkileyicidir ve filmin mesajının tamamlayıcısı konumundadır. Filmin sanatsallığının en önemli etkenlerinden biridir sözün ve görselliğin orantısal uyumu.
Filmde tartışmaya açılan kimi kavramlar vardır: Gerçek, doğru, yanlış, iyi, kötü, umut, umutsuzluk… Bugün, bu kavramlar üzerine hala ciddi tartışmalar yaparız, yapmak zorunda kalırız. İnsanın kendisi ve yaratmış olduğu toplumsal sistemler bu tartışmayı her daim canlı tutar. Bu tartışmalar filmde iç içedir; bundan dolayı film, izleyeni derin sorgulamalara iter. Bu sorgulamalar, her defasında derinleşerek devam eder ve filmin final sahnesinde doruk noktasına ulaşır. Özellikle son sahneler çok çarpıcıdır. Belki daha önce hiç sorgulamadığımız kadar derinden sorgularız; insanın nasıl bir canlı olduğunu, iyiliği, kötülüğü, umudu, umutsuzluğu, doğruyu, yanlışı ve yalanı.

***
Yağmurdan göz gözü görmez. Yıkık dökük eski şehir kapısına -biri oduncu, diğeri Budist rahip- iki adam sığınmıştır. İkisi de üzgün, umutsuzdur; bakışları donuk, omuzları düşüktür. Çömelip kaldıkları bu harabe şehir kapısından yağmuru izlerler. Aslında dış dünyaya değil kendi içlerine dönüktürler. Bir dertleri olduğu açıktır ya da çok kötü bir şey olmuştur.
Oduncu, “Anlamıyorum. Hiç anlayamıyorum,” der sayıklarcasına. Bu arada yanlarına koşarak yabancı bir adam gelir. Sırılsıklam olmuştur. Halktan biridir. Oduncu, “Bir türlü anlayamıyorum. Hiç anlayamıyorum,” diye sayıklamasını sürdürür. Yabancı, “Mesele nedir? Neyi anlayamıyorsun?” diye sorar. Oduncu, “Hiç böyle tuhaf bir öykü duymamıştım,” diye cevap verir. Adam öyküyü dinlemek ister ancak oduncu anlatmaya istekli görünmez. Onun yerine rahip, yaşananları oduncunun gördüğünü, kendisinin ise mahkemede dinlediğini, bir adamın öldürüldüğünü söyler. Yabancı adam, “Bir tane mi? Şu yolun sonuna git 5-6 ceset bulursun,” diye cevap verir. Bu söz üzerine rahip, “Haklısın. Savaş, deprem, fırtına, yangın, kıtlık, salgın hastalık… Yıllar geçtikçe felaketlerden başka bir şey olduğu yok. Ve her gece haydutların saldırılarına maruz kalıyoruz. O kadar çok insanın acımasızca öldürülmesine şahit oldum. Ama bu öyküdeki gibi korkuncunu hiç duymadım. Bu defa insanlığa olan inancımı kaybedeceğim,” diyerek susar. İnsanlığa dair umutlarını kaybetme endişesi bakışlarına hakimdir.
Bir cinayet işlenmiştir. Her zaman olan bir şeydir bu ama oduncuya tuhaf, rahibe ise korkunç gelmiştir. Düşünürüz. Öyküyü tuhaf ve korkunç kılan ne olabilir? Cinayetin işleniş şekli mi? Cinayet öncesi mi yoksa sonrası mı? Cinayeti işleyen mi? Cinayetin nedeni mi? Buna benzer sorular zihnimize hücum eder. Ne olmuş olabilir? Öyküyü tuhaf ya da korkunç kılanın ne olduğunu öykünün kahramanlarını; ölen adamın ruhunu, onun karısını ve karısına zorla sahip olan haydudu ve bu öyküye tanık olan oduncuyu dinlediğimizde anlarız.
Dört farklı kişi tarafından, dört farklı biçimde anlatılır cinayet. Bu anlatımlarda bazı noktalar örtüşür: Kadının kocasının haydut tarafından bağlanması, kadının haydut tarafından tecavüze uğraması ve sonunda kocasının ölmesi… Bunların dışında, öyküye dahil, birçok şey birbiriyle çelişir. Aslında öyküyü anlatan her anlatıcı, öykünün kimi kısımlarını kendine göre değiştirir. Bundan dolayı adamın hangi nedenle ve nasıl öldüğünü anlayamayız. Gerçeği, hangi öykünün tam olarak dile getirip getirmediğinden emin olamayız. Dört öykü de doğru olma iddiasındadır ama hiçbiri doğru olmayabilir. İşte burada gerçek, doğru, yanlış gibi kavramları sorgulamaya başlarız. Hangisinin anlattığı doğrudur, hangisi gerçeği dile getirir ya da hangisi yalan söylemektedir? Anlatılanların ne kadarı doğrudur ne kadarı yanlıştır? Ortada bir ölüm varken dört farklı anlatım nasıl olabilir? Daha bir sürü cevapsız soru… Film ilerledikçe neyin doğru, neyin yalan olduğu artık ayırt edilemez. Bu noktada filmin odağına yavaş yavaş yerleşen soru belirir: İnsan neden yalan söyler?
Filmde önümüze çıkan diğer bir nokta kadın-erkek sorunudur. Erkeğin kadına yaklaşımı, onu konumlandırışı; kadının kabullendiği rol, kendini algılayışı, namus kavramı… filmin alt okumasında karşımıza çıkar. Bu nokta önemlidir çünkü cinayet nedeninin temel tetikleyicisidir. Bir kadın kocasının gözleri önünde tecavüze uğrar. Belki cinayet nedeninin anlaşılamamasının ya da yalan söylenmesinin nedeni -bu olay karşısında oluşan- duygusal baskı ve karmaşadır. Yaşanan şey, bazı doğruların gizlenmesine ve bazı yalanların söylenmesine neden olmuştur. Bu üç kişinin anlattığı üç farklı öyküde cinayetin nedeni birbiriyle uyuşmaz. Ya ikisi yalan söylemiştir ya da hepsi… Öykünün görgü tanığı oduncunun yalanı ise bambaşka bir nedene dayanır: Hırsızlık. Bunlardan yola çıkarak şu soruyu sormak mümkün: Peki insanın yaşamı yalanlar ve yanlışlar üzerine mi kuruludur? Çünkü günlük yaşamımızda tanık olduğumuz üzere sıkıştığımız birçok noktada kolayca yalan söyleyebiliyoruz. Bu noktalar aslında yaşamın inşa edildiği temelin önemli dayanaklarıysa… Filmde bu soruya, rahip, “İnsanoğlu zayıftır, o yüzden yalan söyler. Hatta kendine bile!”, Yabancı adam ise, “İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere inanmak ister. Böylesi daha zahmetsizdir,” diyerek cevap verir.

Rashomon, Japonca’da, şehir kapısı, hisar kapısı, kale kapısı anlamlarına gelir. Kapı, filmde doğruya, yalana, umuda, umutsuzluğa açılan bir sembol gibidir. Film, burada başlar, biter. Başlarken yağmur şiddetlidir, göz gözü görmez; biterken yağmur diner, ortalık aydınlanır. Filmin duygusal gerilim açısından tepeler yaparak yükseldiğini düşünürsek bu eski şehir kapısındaki son sahne, filmin zirve noktasıdır diyebiliriz. Bu son sahnede, bir bebeğin ağladığını işitiriz. Yabancı adam, sesi takip ederek bebeği bulur. Bebeğin sarılı olduğu kimonoyu aç gözlülükle alır. Oduncu ve rahip, ona karşı çıkmaya çalışır. Oduncu, kimonoyu bırakmasını ister. Adam, oduncuyla itişip kakışır. İşte tam bu anda insanlığımızı sorgulatacak konuşmaya şahit oluruz. Doğru-yanlış ve iyilik-kötülük çatışır. Rahip, kucağındaki bebekle, yabancı ve oduncu arasında geçenlere umutsuzlukla bakar. Bakışlarıyla insanlık bu işte, der sanki. Sonunda yabancı adam kimonoyla çekip gider.
Film iyiliğe ve umuda göz kırparak sona erer.
Film hem hikayesinin sağlamlığı hem görselliği hem yaptığı etik sorgulama açısından sinema başyapıtlarından biridir. Son söz yerine, filmdeki bir sahnede yabancı adam şöyle der, “Bu tip öyküler bugünlerde çok yaygın. Rashomon’da yaşayan ve insanın gaddarlığından korkup kaçan şeytanın varlığını bile duydum.”
Yazan: Serhat Sarıçoban
İlk yorum yapan siz olun