Hayat acımasızdır, kasa hep kazanır ve mesajınız evrenin umurunda değildir. Popüler kültür, genellikle bu gerçekleri bizden saklamak için bir dizi zırva üretir. Derhal kaçınılması gereken tomarla zırva! Ancak bazen sanatçılar, özellikle avangart olanları, ortaya çıkıp bize bu gerçekleri hatırlatır ve dumura uğramamızı sağlar. Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un da bu konuda elinden gelenin en iyisini yaptığı aşikâr.
Baştan belirtmeliyim ki, canını seven kaçsın! Yorgos Lanthimos’un, ilk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan son filmini konuşacağız. Otorite, bol bol aşağılanma gösterileri, absürtlük, kara mı kara mizah döngülerinden anlıyoruz ki Lanthimos, kendi kum havuzuna geri dönmüş. Emma Stone, Willem Dafoe ve Jesse Plemons üçlüsünü bir arada görmek de iştah kabartıyor. Hatta, filmi bu denli şahlandırabilen “şeyin”, bu oyuncu kadrosu olduğu yorumuna ben de yandan yandan katılıyorum.
Yorgos Lanthimos Canavarı
Türkçeye “Merhamet Hikayeleri” olarak çevrilen Kinds of Kindness (2024) üçlemesine geçmeden önce bir gözünüz yönetmende olsun. “Yorgos’un 1973 yılında Atina’da doğduğundan bana ne!” demeyin. Buradaki Stavrakos Film Okulu’nda öğrenim gördüğü sırada Andrey Tarkovsky, John Cassavetes ve Robert Bresson’un çalışmaları ile ilgilenmeye başlamıştı bile o. Büyürken sinema tutkunu olmayan biri için şaşırtıcı olabilir tüm bunlar. Ancak Yorgos Lanthimos’un ne kadar “beklenmedik bir bakış açısının” olduğunu filmlerini izleyince daha iyi görüyoruz. Onun da neredeyse tüm yönetmenlik kariyeri bunu görüyor ve artırıyor.
Profesyonel bir basketbolcu olan babası ile bir mağazada çalışan annesi boşandıktan sonra Lanthimos, annesince büyütüldü. On yedi yaşına bastığında annesini kaybeden yönetmen, çok sayıdaki röportajında bu olayları küçümseyen bir tavra girdi. Ve yalnızca çalışmaya devam etmesi, iş bulması ve kirayı ödemesi gerektiğini belirtti. Erken dönemlerinde TV reklamlarının yönetmenliğini yapan Lanthimos, Yunan koreograflarla çalışarak bir dizi dans videosu da yönetti. Daha sonra uzun vadeli yazar ortağı olacak olan Efthimis Filippou’yu da bu yıllarında tanıdı.
Gerek ülkesinde gerek Cannes Film Festivali gibi uluslararası festivallerde pek çok ödül kazanan Lanthimos; ilk uzun metrajlı filmi My Best Friend (2001) ile komedi podyumunda boy gösterdi. Ancak bundan sonra gelen Kinetta (2005), Dogtooth (2009) ve Alps (2011) ile “huzursuz edici hikayelere” imza atmaya başladı. Ve Lanthimos’un nam saldığı kavramlar böylelikle; tuhaflık, absürtlük, rahatsız edicilik, kışkırtıcılık olmaya başladı. 2015 yapımı The Lobster’da komedi, dram ve romantik türleri flört ettiren yönetmen çoklu tür anlatısının tadına varmıştı artık. Bunun örneklerini The Killing of a Sacred Deer (2017), The Favourite (2018) ve Poor Things (2023) filmlerinde de gördük.
Yönetmenin, 2023 yapımı Poor Things’te keskin toplumsal hiciv ve anti-romantik komedi unsurlarını oldukça komik bir şekilde işlemesinden sonra ise, son filmi Kinds of Kindness hakkında herkes aynı şeyleri söyler oldu: Yönetmen, rahatsız edici ilk dönem filmlerine ve kürkçü dükkanına geri döndü! Lanthimos’un merceğini, konuları işleme biçimini özetlemek gerekirse de elimde birkaç kavram ve tema var: Korkunç komplolara olan ilgi, ilişkilerdeki güç dinamiklerine odaklanma, gerçeküstü mikrokozmoslar yaratma, absürt durumlara kara mizahın eşlik etmesi ve sık sık Efthimis Filippou ile birlikte senaryo yazma. Lanthimos’un menüsü bu: Onun dünyasında her şey komik olacak kadar düzensiz ama dehşet verici kadar da gerçek.
Spoiler Uyarısı: Okumaya devam ederseniz, hafif bir spoiler ile karşılaşacaksınız.
Kinds of Kindness İncelemesi
The Favorite ve Poor Things adlı iki ödüllü filmi arka arkaya yapan Yorgos Lanthimos, yeni filminde dönemsel dekorasyonlardan ve fantastik tasarımlardan uzak. Kinds of Kindness, tamamı günümüz ABD’sinde geçen ve hepsinde aynı oyuncuların yer aldığı üç ayrı kısa filmden oluşuyor: Emma Stone, Jesse Plemons, Willem Dafoe, Hong Chau, Joe Alwyn, Margaret Qualley ve Mamoudou Athie.
Üç hikaye; iç içe geçmiş üç hikaye olarak değil, antoloji tarzında, birbiri ardına kısa filmler olarak sunuluyor. Bu da her hikayede farklı rollerde muhteşem bir oyuncu kadrosunun tadını çıkaracağımız anlamına geliyor. Karakterlerin tamamı, canlandırdıkları diğer rollerinden o kadar farklı ki!
Üçü birleşince ortaya 2 saat 44 dakikalık uzun bir film çıkıyor: R.M.F’nin Ölümü, R.M.F Uçuyor ve R.M.F Sandviç Yiyor. İlkinde patronunun seçimleri tarafından kontrol edilen bir adam, ikincisinde kayıp karısının geri dönüşüyle mücadele eden şizofrenik bir koca, üçüncüsünde ise olağanüstü bir ruhani liderin izini sürmek için umutsuz bir ava çıkan bir kadın öne çıkıyor.
Takıntı, kontrol ve aşağılanma gibi temaların absürt yaklaşımları ile oluşan üçleme; yönetmenin The Lobster ve The Killing of a Sacred Deer başta olmak üzere ilk dönem çalışmalarına bir dönüş niteliğinde kabul ediliyor. Kinds of Kindness ile birlikte üçü de Efthimis Filippou ile birlikte yazıldı. Hayranlarının, filtresiz Lanthimos’un bu üçlü atışıyla sarhoş olacağı kesin. Ancak onun rahatsız ediciliğine aşina olmayan yeni seyircisi ne düşünür bilmem.
Bölüm 1: R.M.F’nin Ölümü
Üç kara mizah dolu hikayenin ilkinde (R.M.F’nin Ölümü) Jesse Plemons; Willem Dafoe’nun canlandırdığı bir patrona, kendi hayatı hakkında en ince ayrıntısına kadar bilgi veren orta düzey yönetici olan Robert’ı canlandırıyor. Robert her Allah’ın günü, patronu tarafından uyması gereken talimatlar alıyor. Bu talimatlar; kıyafet seçiminden seks yapılacak güne kadar pek çok ayrıntıdan oluşuyor.
Patronunun sözünden çıkmayan Robert, ünlü sporcuların kıyafet veya spor ekipmanları ile ödüllendiriliyor. Güzel bir ev ve SUV araba da diğer ödüllerden birkaçı. Robert; yine emirler doğrultusunda, kendisini özgürleştirmeye yönelik herhangi bir çabanın beyhude olacağı düşüncesi ile her gece “Anna Karenina”dan bölümler de okuyor. Romanı okuyanlar, bu bölümdeki hikaye ile romandaki anlatı arasında da bir paralellik sezecektir.
On yılını böyle geçiren orta düzey yöneticimize patrondan bir talimat daha geliyor: Arabanla bir başka araca çarp, sen hastaneye yatırılacak kadar hasar al, karşı tarafın canından olması da önemli değil. On yılın ardından ilk defa patronunun isteğini yerine getiremeyeceğini söylüyor bizimki. Bunu kısmi bir özgürleşme olarak görmek mümkün. Ancak bu uzun sürmüyor. Robert, patronunun direktifleri olmadan kendisine bir içki bile sipariş edemez hâle geliyor.
Burada yalnızca “patron ve işçi” arasındaki iktidar ilişkileri değil meselemiz. O cepte. Fakat yönetmen biraz daha ileri gidiyor: Onaylanma arzusunun dehşetini gözlerimizin önüne seriyor. Robert, patronunun isteklerini yerine getirmeyerek ilk karşı çıkışı tatsa bile, hemen ardından o alıştığı övgü ve onay diyarını arar oluyor.
Dolayısıyla “özgürlük”, Robert için sanılanın aksine nefes alabildiği yer olmuyor. O, bir uyuşturucu gibi aldığı onaylanmayı tekrar istiyor ve bunun için tekrar itaat etmeye hazır. Öyle de yapıyor! Hani ana babalarımızı aşmak isteriz fakat aştığımızda da bir huzursuzluk duyup tekrar içeri gireriz ya, onun gibi… Hamlet çağrışım yapıyor: “Bilmediğimiz belalara atılmaktansa / Çektiklerine razı etmese insanı? / Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi”. Özgürlük, bilmediğimiz belalara atılmak mı bazen ve kimileri için?
Bölüm 2: R.M.F. Uçuyor
İkinci bölümde ise Jesse Plemons, karısı (Emma Stone) bir dalış gezisinde kaybolan bir polis memuru. Eşi sonunda ıssız bir adadan kurtarılıyor. Ne var ki polis memuru, kurtulan bu kadının aynı kadın olduğundan, yani eşi olduğundan emin değil. Bir tür şizofreni yaşayan adam, eşini manipüle etmeye başlıyor. Bu ikinci bölümdeki “tam iktidar” ya da “kontrolcü yön”, polis memurunun karısından kendini kanıtlama taleplerinden kaynaklanıyor. Kimliğini ve ona olan sadakatini kanıtlaması için eşini zorlamaya devam ediyor. Bu da giderek daha aşırı, korkunç davranışlara yol açıyor.
Burada da karşımıza, polis memurunun kaybolup sonra bulunan eşinin “merhamet hikayeleri” öne çıkıyor. Kadın, kocasından gelen çok radikal talepleri dahi boynunu büküp sesini çıkarmadan kabul ediyor ve uyguluyor. Dolayısı ile ikinci bölümdeki iktidar, otorite, aşağılama, nezaket, merhamet gibi kavramlar ikili ilişkiler üzerinden yönetmene özgü bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Bu arada filmi, bir sinemada izledim. Bu ikinci bölümde, kadının kocasına “tam itaati”nin öne çıktığı sahnelerde ön sıramdaki seyircilerden birinin, sanki okşanıyormuşçasına şöyle dediğini duydum: “İtiraz etmiyor, laf dinliyor, ne desen yapıyor…” Film bitiminde ise “derin ve koyu analizler” fırlatıyordu havaya. Demek böylesi filmleri izleyebilmek için, kimilerinin ilk önce topu taça atması gerek.
Bölüm 3: R.M.F. Sandviç Yiyor
Üçüncü ve son hikayede ise Plemons ve Stone, ruhani liderleri olacak genç bir kadını arayan garip bir tarikatın üyelerini canlandırıyorlar. Dafoe ile Chau ise bu tarikatı yöneten kişiler olarak karşımıza çıkıyor. Buradaki kontrol kavramını ise pekala tarikatlar üzerinden görüyoruz. Bu alan, yönetmenin tuhaf ve rahatsız edici olabileceği en iyi oyun alanlarından biri.
Dafoe ile Chau’nun canlandırdığı tarikat üyeleri, müritlerinin mutlak teslimiyetini talep ediyor. Müritler, bu “bağlılıklarının” karşılığında ise seks ile ödüllendiriliyorlar. Stone’un canlandırdığı karakter ise “kirlenmesi” nedeniyle tarikatının geri kalanından ayrı düşmek zorunda kalıyor. Kirlenmekten kastımız ise tarikat uğruna uzun zamandır ihmal ettiği, uzak kaldığı eşi ile bir gece yaşaması.
Üç Bölümdeki Ortak Motif(ler)
Kinds of Kindness’ın üç bölümü de birbirinden farklı olsa da tematik olarak birbirlerini tamamlıyor gibi görünüyor. Her karakter, bir şekilde birinin onayını almaya çalışıyor. Onay alınmaya çalışılan kişiler ise gaddar ve zorba kimseler. Bu; Robert’ın, kendisi üzerinde güç sahibi olan patronunun gözüne girmek için birini öldürmesi veya Liz’in, kocasının her aşırı isteğini yerine getirmesi anlamına gelebilir.
Filmin üç ayrı hikayesinde de kahramanlar, kendileri üzerinde bir tür güç sahibi olan kişilerle olan bağlantılarını korumaya çalışıyor. Tüm bunlar, “sevgiyi” korumak için ne kadar ileri gidebilecekleri ile ilgili. Bunun yanı sıra filmin başlığı, pekala hikayeler ile zıtlık oluşturuyor. Karakterlerin hiçbiri birbirlerine karşı bir gram merhamet göstermiyor. Ancak üç bölümde de hiçbir kahraman, eylemleri hakkında fazla düşünmüyor; çünkü onları yönlendiren şey bir bakıma çaresizlik. Düştükleri bu çaresiz durum ise pek “merhamet” edilesi.
Filmin üç bölümünde de özellikle öne çıkan bir motif daha var: Hükmeden olma veya hükmedilen olma arzusu. Bunu doğrulamak için dünyadaki herhangi bir siyasi arenaya şöyle bir göz atmak yeterli. Birçok insan, kendisine ne yapması gerektiğinin söylenmesini bekliyor. Baba, bana ne yapmam gerektiğini söyle! Diğer insanlar da bunu söyleyen olmak istiyor. Filme dair olası okumaların daha pek çok yolu mutlaka vardır. Bu biraz da yönetmenin kapıyı açık bırakmasından kaynaklanıyor. Tıpkı R.M.F’yi ucu açık bırakması gibi. Sahi R.M.F. olayı da ne?
R.M.F’ye Sembolik Bir Yaklaşım
Emma Stone ve Jesse Plemons’u başrol olarak izlemenin tadına vardığımız filmin üç bölümünde de “R.M.F.” var. Yönetmenin arkadaşı Yorgos Stefanakos tarafından canlandırılan R.M.F, Kinds of Kindness‘taki diğer karakterlerden farklı. Ana kadro üç hikaye arasında da rol değiştirirken, R.M.F. her birinde küçük bir karakter olarak seyirci karşısına çıkıyor. Ve önemi belli oluyor: Filmde tanıştığımız ilk karakter ve gördüğümüz son karakter. Sadece bu da değil. Üç bölüm de onun ve üç hikayedeki rolünün/eyleminin adını taşıyor.
Yönetmen ise bununla ilgili şöyle bir açıklama yaptı: “Aynı aktörlerin her hikayede farklı bir karakteri canlandırması dışında, üç hikayeyi birbirine bağlamanın ince bir yolu gibi geldi. Tekrar ortaya çıkan bir ana karakter istemiyorduk, bunun yerine filmde kısa bir süre yer alan bir karakter istiyorduk. Ama aynı zamanda, onun varlığı çok önemliydi.”
Filmin kendisi gibi bu da bir oyuna benziyor. Ayrıca ortaya canımızın istediği gibi anlamlar yükleyebileceğiniz bir nesne (R.M.F.) konması, herkesin ona kendi deneyimlerini katacağı anlamına geliyor. Bu da belirsizliği de kullanan yönetmenin vazgeçmediği bir silah. Şimdi R.M.F’yi alıp herkes tepe tepe kullanabilir…
Beyaz perdeye dair daha fazla içeriği keşfetmek için Sinema kategorisine de göz atın.
Gizli Başrol: Müzikler
Yönetmenin Poor Things’te de çalıştığı besteci Jerskin Fendrix, bu film için de dirsek çürüttü. Bu defa solo piyano ve koro müziğine dayanan bir ses canavarı meydana getirilmiş durumda. Filmdeki müziklerin, klasik bir girişin hemen ardından hafif hafif uyumsuzluğa koştuğunu hissediyoruz. Ayrıca gayet ısrarcı tek nota tekrarı da gerilimi mükemmelen besliyor. Jerskin Fendrix her ne kadar, karakterlerin kim olduğunu ve nereden geldiğini anlamakta zorlandığını söylese de ürpertici kılıktaki müziklerin, filme nasıl yakıştığını anlamak fazla zaman almıyor.
Dahası var. Filmdeki birçok parça, atmosferin soğukluğu içerisinde ürpertici olarak “başımıza gelen şeyler”e benziyor. Bunlardan ilki, Eurythmics’in 80’li yıllardaki acıya ve zevke övgüsü olan “Sweet Dreams” şarkısı. İkincisi ise onun adeta tamamlayıcı niteliğinde modern bir diğer parça: COBRAH’ın Brand New Bitch’i. Yönetmen Lanthimos için her iki parça da sanki bizi filmin uyurgezerliğinden, donukluğundan sıçratmaya yarıyor. Kulakları sağır edecek bir ses şiddetiyle fışkıran izinsiz bir giriş bu iki parça.
Kinds of Kindness Hangi Kamera İle Çekildi?
Analog kameralar ile profesyonel çekim yapan biri olarak, beni filmin bu aşaması da başından beri ilgilendiriyor ve heyecanlandırıyordu. Yorgos Lanthimos, bu son filmini Kodak 35mm filmle çekti. Filmin görüntü yönetmeni Robbie Ryan “Yorgos, filmleri için hiçbir işe yaramadığını düşündüğü için dijital film yapmıyor,” diyor.
İlk yorum yapan siz olun