İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bu Kitap Bir Kâğıt Kesiği: Anne Çiçekleri

“Dağınık başlangıçları severim, insanı daha derli toplu yerlere götürür,” diye başlamıştım Han Kang’ın Beyaz Kitap’ından söz etmeye bir zaman. Şimdi Anne Çiçekleri’nden söz etmeye başlamalıyım ama elimde dağınık bir başlangıç bile yok. Az sonra közde çıplak ayak yürüyecek olmanın tedirginliğinde adımlıyorum korkularımın üzerine. Karşımdakinin yine bir kitaptan çok fazlası olduğunu hissediyorum. Baksan 96 sayfa ama ağırlığını tartamıyorum. Kitap süsü verilmiş bir gizli sandık duruyor sanki elimde. Kilidini açtığımda ortaya saçılacak sırlar renkli bilyeleri andırsa da damağımdaki tat acı. Kendimizden sakladıklarımız ile şakaklarımız çatlayana dek bağırdıklarımız arasında bir yerde duran o kocaman ağacın yanındayım yine. Meyvesi olmayan bu ağaca tutunmuş Anne Çiçekleri, her gece gökyüzünde asılı durmak için çabalayan ayın bize görünen yüzüne benziyor yine…

Anne Çiçekleri benimle Adana’ya kadar geldi; annemin yanına. Bir inceleme böyle başlamamalı belki biliyorum ama kurallar rafa kalkalı çok oldu. Ve ben yara açacağını, yaraya dokunacağımı ve kendimden habersiz yaralarıma dokunacağını bildiğim bir kitabı annemin yanında, kendimi daha da kanırtarak yazmalıydım. “Bu kadar uzun başlangıç olur mu?” demeyin, oluyor. İnsan bazen konumunu değerlendirip eteklerindekini döküveriyor; hazır dinleyicisini de bulmuş, neden olmasın? Şimdi annemize ve dolayısıyla kendimize bir adım daha yakınız. Hazırsanız açık yaralarınızı alın, gelin, yolculuğumuzun sonunda elbet bir pansuman çaresi bulacağız.

Acı çekmekten hoşlanmak bir çeşit ruhsal çöküntü olabilir ama ben bundan söz etmiyorum. Kendi yaralarıma bir adım daha yaklaşma çabası bu. Tıpkı kitabımızın yazarı Özlem Çetinkaya’nın daha ilk sayfalarda dediği gibi; “Hayır anne. Şimdi ölemezsin. Ben seni sevmeden olmaz…” Bu kitabın derinliği ve acılarının ağırlığı insanın yıllarca bilmeden kalbine, sonra da hep omuzlarına yük. Benim bu kadar ağır yüklerim var mı, bilmiyorum. Sadece yüzleşmenin ilk adımında olduğumu seziyorum ve hepimiz gibi annemi biraz daha sevmek istiyorum.

“Bu bir senaryo olsaydı dalgalı bir deniz görüntüsüyle başlardı. Hava kapalı. Rüzgârlı. Sardunya saksılarıyla dolu bir balkondan denize doğru bakıyor olurdu kadın. Kırklı yaşlarında. Beyaza dönmeye başlamış dalgalı saçları ensesinde atkuyruğuyla toplanmış. Derinden bir şarkı çalardı fonda. Ağlıyor olurdu kadın sigarasından bir nefes çekerken. Masanın üstünde sayfaları uçuşan bir defter, hemen yanında bir dolmakalem. Kadın yavaşça oturup yazmaya başlardı defterine. Müzik sürekli başa dönerdi. Kadın yazarken hep aynı şarkı çalardı: ‘Aldırma Gönül’.” (Sayfa 8)

Özlem Çetinkaya, Anne Çiçekleri adını verdiği bu “iç dökmesinde” işte böyle başlıyor yaralarıyla yüzleşmeye. Rüyalarını, kalbini tırmalayan anılarını, günlük yaşamında içini kemirenleri, her şeyi ama her şeyi bir söylenme edasında yazıyor defterine. Fonda hep Edip Akbayram’ın sesinden “Aldırma Gönül” ve pencere önünde bir kırmız sardunya… Kısacık gibi görünen bu yolculuk, insanın boğazına düğüm oluyor. Bir ara üniversitede öğrendiğim bilgileri tazelemek için kitabı kenara bırakıp telefonumdan Google’a, “Bana sardunyaları anlat,” diyorum. Sardunya çiçeği sonsuz aşkı temsil ederken aynı zamanda gücü ve zarafeti de simgeliyormuş. Ama asıl sardunyanın kokusunun vücudu ve zihni sakinleştirdiğini öğrendiğimde kitaptaki anne karakteri hakkındaki düşüncelerimde taşlar yerine oturuyor. İnsan bazı şeylere hiç bilmeden tutunuyor. Bazı şeyler yaşadığımız onca acıdan sonra bizim sığındığımız liman olurken dışarıdan bizi görenlere göre de sembolümüz oluyor.

Özlem, annesinden en çok susmayı öğrendiğini vurguluyor; hep utandığı, bir türlü sevemediği, hatta ölsün istediği annesinden. Annesi ise hep hasta. Başa çıkamadığı tüm acıları onu hastalığa ve sessizliğe itmiş. Zamanla kızının nefret ettiği bir anneye dönüştüğünü fark etmiş mi, onu hasta eden üzüntülerden biri bu olmuş mu, bilinmez ama onu da bu hale annesi ve kız kardeşleriyle hep hitap ettikleri gibi “pezevenk babası” getirmiş. Özlem işte bu ağır yaradan kurtulmanın peşindeyken yazmaya başlıyor tüm bu acıları. Acı düğümlendikçe kaçmak isterken üstüne gitmeye çabalıyor ve nihayet bir gün teyzesiyle arabada giderken çözülüyor o kirli ve yaralı geçmiş. Sonrası Özlem’in kalbinde sevgi ile karmaşa arasında gidip gelen bir dünya…

“Yumrukların ne çok şey saklıyor senin. Bir avucunda sevgisizliğin, acizliğin, suskunluğun, çaresizliğin; bir avucunda bana her vurduğunda benim tenimden senin avuçlarına akan acılarım, inatçı arsız gülüşlerim…” (Sayfa 62)

Bu kitap bir kâğıt kesiği. Yazarın duru anlatımından akan her nüans bir başka parmağını yaralıyor insanın. Gittikçe tutunmak istemediğin bir hayatın portresini çizen ince bir sızı kaplıyor zihnini. Okur olmak da güçleşiyor. “Bizim de anamız babamız var, ağaç kovuğundan çıkmadık ya…” Geçmişten gelen bir an, çay saatinde geçip karşımdaki sandalyeye fütursuzca yerleşiyor. Çayımın rengi bir iki damla limonla mora dönüyor. Bu renk oyununun içimi ferahlatacağını okuduğumdan rahatım. Ama bazı şeyler için oyun oynamak da yetmiyor. İnsanın en çabuk çocuk kalbi kırılıyor. Görünenden çok daha fazlasının gerçek olduğunu bilmek insanın her yaşta nefesini kesmeye niyetleniyor. Birbirinin zıttı olan duygularla aynı ip üzerinde yürümeye çalışan bir cambaz olduğumuzu fark ettiğimde acıma ile şefkati değerlendiriyorum. Özlem, annesinden utanacak kadar nefret ettiği bir noktadan onu sevmeye çalıştığı o yere gelene kadar aslında kendini arıyor. Kendi kaybolmuş çocukluğunun peşinden giderken annesine duyduğu nefrete hak vermeye yakın durduğu yerde insan kendini yakalıyor. Okur musun, yoksa Özlem’in ta kendisi mi, afallıyorsun. “Kim haklı?” diye sormadan edemiyorsun. Bir zamanlar o anne de bir çocuktu ve o da kaybolmuş olabilir miydi? Peki, bu durumda travmalarımızın faturasını sadece bir kişiye kesmek ne kadar mantıklıydı?

Öfke insanı bir kıskaç gibi ele geçirdiğinde dağ olup uzaklaşıyorsun her şeyden. Özlem de annesinden işte böyle uzaklaşıyor. İnsan ne çok şeyi “sanarak” yaşıyor. Öyle zannettiğimiz şeylerden özgürleşmedikçe insanın elleri büyüse de kalbi büyüyemiyor. Biz kadınlar baba sorunlarımız var zannederken anne travmalarımıza çarpıp çarpıp kendimize döndüğümüzü çok geç fark ediyoruz sanırım. “Güçlü kadın” imajı da işte belki bu noktada oluşuyor. Kendi duvarlarımıza yaslandıkça gücümüzü yine kendimizden alıyoruz. Bazılarımız zaman zaman o duvarların altında kalıyor belki ama hayat dengesini bir şekilde buluyor. Olması gereken oluyor. Yaşanması gereken yaşanıyor. Biz istiyoruz diye olmuyor hiçbir şey. Her birimiz annemize, babamıza benzemeyeceğiz diye büyük sözler verirken buluyoruz kendimizi. Sonra bir bakıyoruz çoktan onlar olmuşuz. Onlara hak vermeye başlamışız. Ve sancımız hiç dinmek bilmemiş. “Annenin kaderi kıza…” dedikleri, doğruluğunu yer yer ispatlamış.

Olga Tokarczuk’un Kadim Zamanlar ve Diğer Vakitler adlı romanında geçirdiği gibi, yaratmak Tanrı’nınsa, adlandırmak da insanın işi. Yaşamaya, dünyaya ve kendimizin yarattığından habersiz dertlerimize katlanmayı istiyorsak başka türlüsü güç. Yazar, bu hikâyede okurun kendisinin bile varlığından haberinin olmadığı yaralarına tuz basıyor. Okur, iyinin ve kötünün çabalayan dengesini sorgularken buluyor kendini. Hepimiz karanlık yanlarımızı saklayarak göstermek için belli ki spot ışıklarına ihtiyaç duyuyoruz… 

Bazen öyle anlar gelir ki, öğleden sonra akşam olmasını beklersin. Diğer tüm zamanlar belki de beklemek içindir. Özlem, annesini affedebilmek için çok bekliyor. “Bekliyor,” diyorum ama bu aslında kaçış anlamına geliyor. Çünkü insan hep yaralarından kaçmaya meylediyor. Zamanı gelip yüzleştiğindeyse bu kez yüzünü gerçekten karanlığa dönüyor. Kadim Zamanlar ve Diğer Vakitler’i hatırlayınca Kötü Adam’ın Zamanı düşüyor aklıma. “Karanlık yanımız daha baskınsa kötü bir insan olduğumuz söylenebilir mi?” diye bir kez daha düşünüyorum. Dahası kötüyü de anlamak zorunda mıyız, daha ne kadar kişisel gelişeceğiz bilemiyorum ama şunu öğrendim; insan travmalarından onunla yüzleşmeye cesaret ettiğinde kurtuluyor.

Bu kitabın ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu, bunu sadece yazarı biliyor. Okur da işte bu noktada kendi anılarını çıkarıyor sandığından. Tüm beyazlar sandık lekesi. O keskin koku burnunda, yol mu alacak, yoldan mı dönecek öylece bekliyor. Burnunun direği sızlarken hayatın akıp gittiğini fark etmiyor önce. Ama mutlaka bir ucundan yakalıyor. Çünkü hep yakalanır. Sonuçta nefes aldığımız sürece vazgeçemeyiz. Elbette öyle sanırız. Baksanıza kahramanımızın annesine. Susmuş. Nefesini tutmuş. Ama bitmemiş. Şimdi Özlem döngüyü kırdığı için şifalanıyor her şey. Ve yazar şifaya okuru da davet ediyor. info@ozlemcetinkaya.com adresine mektuplarımızı beklediğini duyuruyor. Sevginin iyileştirdiğini hatırlatırken “Kimler bizimle?” diye sesleniyor ve şunları söylüyor:

“İyileşmek istiyorsak bugüne kadar bildiğimiz her şeyi unutalım, hikâyelerimizden özgürleşelim ve anlamaya gayret edelim!” (Sayfa 91)

KÜNYE:

Anne Çiçekleri
Özlem Çetinkaya
Düşbaz Kitaplar
96 Sayfa

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir