İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sanata Atfedilen Kutsiyet ve Zorunluluklar Nedeniyle Yazılan Başyapıtlar

Sanatın, konumuz itibarıyla daha da özelinde edebiyatın nasıl ve niçin var olduğu sorusuna verilecek yanıt, bizi insanlık tarihinin eski dönemlerine götürebilir. Adrian Lyne tarafından filme çekilen Lolita romanının müellifi, Rus yazar Nabokov Edebiyat Dersleri’nde konu hakkında şöyle bir anlatıda bulunur: “Edebiyat, bir oğlanın kurt diye bağırdığı ve Neandertal vadiden ardından büyük bir gri kurtla koşarak geldiği gün doğmadı: Edebiyat, bir oğlanın kurt diye bağırdığı ve ardından hiçbir kurdun gelmediği gün doğdu. Burada önemli olan şu: Uzun çimler arasındaki kurtla, abartılı hikayedeki kurt arasında ışıldayan bir çöpçatan vardır. Ve o çöpçatan, o prizma, edebiyat sanatıdır.” Usta yazarın edebiyatın kaynağına ilişkin söylediği bu sözler, bize bu büyük sanatın ruhuna dair de pek çok ipucu verebilir. Mistik yaklaşımların ötesinde, iyi bir romancı ve yazar olmak için çalışmaya vurgu yapmaktan da geri durmamak lazım. ‘’Metin işçiliği’’ tabiri bu açıdan oldukça iyi uyarlanmış bir söz.

Vladimir Nabokov

Gelgelelim, biz burada bu kaynağın arayışına çıkmaktan ziyade, ona yakın duran, o pınardan su içen, dünya ve ülkece bilinen büyük yazarlara ve ‘’başyapıt’’ olarak değerlendirilen eserlerini yazma sebeplerine eğilmeye çalışacağız. Bugün gerek dünya klasikleri, gerek çağdaş dünya edebiyatının güzide eserlerinden bazıları hangi koşullarda yazılmış, eseri klasikleştiren ve her devre hitap edebilen o sözler nasıl kaleme dökülmüş ona bakacağız. Bu girişim sırasında, bize Nabokov’un sözleri dışında rehberlik edecek önemli bir kitap daha var: Sanatın İcadı.

6 Mayıs 1934’te dünyaya gelen, akademisyen kimliğiyle tanınan ve felsefeden kültür tarihine, sanat felsefesinden felsefe tarihine kadar yaptığı okumalar ve çalışmalarıyla bilinen Larry Shiner bu kitabında tabiri caizse birçok balonu patlatmaya yönelmiş, bunu yaparken reaksiyon verir bir tavırdan ziyade bir akademisyen disipliniyle meseleye eğilmiştir. Nedir mesele? Geçmişten bugüne sanatın ne olduğu ve nasıl var olduğu meselesi. Sanata 18. asırdan itibaren yüklenmeye başlayan anlam ve bu anlamın bugün de yoğun bir şekilde kabul görmesi, yazara göre bize birçok yapıtın hangi koşullarda ortaya çıktığını unutturuyor. Bugün hayranlık uyandıran eserlerin aslında birçoğunun sipariş, para kazanma gibi zorunluluklardan ortaya çıktığını öne süren Shiner, buna rağmen 1700’lerden itibaren sanata/ sanat eserine/ sanatçıya atfedilen yüce ve yüksek değerleri tartışmaya açıyor:

‘’… Aynı şekilde, aslında Shakespeare’in oyunları da öyle bugün bizim düşündüğümüz gibi edebiyatın başyapıtları diye okunacak değişmez ve zamandışı ‘yapıtlar’ olarak değil, gereğinde üzerlerinde oynamalar yapılabilen popüler temsillerin senaryoları olarak kaleme alınmışlardı.’’

Özellikle resim, tiyatro metinleri ve edebiyat sanatından belgeleriyle beraber yoğun örnekler veren yazarın Shakespeare ile ilgili aktardıklarını sürdürerek edebiyata doğru daha çok yaklaşalım:

‘’Yeni bir oyun çıkarmada izlenen yaygın yol şuydu: Kumpanya siparişle oyunun genel çerçevesini yazdırıyor, ardından da farklı perde ya da sahneleri bu çerçeveyi tamamlamak üzere farklı yazarlara kaleme aldırıyordu. Bugün elimize ulaşmış olan Elizabeth dönemi oyunlarının en azından yüzde ellisinin ortaklaşa yazılan oyunlar olduğu tahmin ediliyor; bu ortak projelerin bir kısmında Shakespeare de yer almıştı. Bundan başka, Lord Chamberlain’in Adamları’nda hissesi olan ve aynı zamanda oyunculuk da yapan birisi olarak Shakespeare oyunlarını tam bir özgürlükle yazamıyor, belli ki kumpanyadaki aktörlerin sayısına ve bunların kabiliyetlerine göre oyunlarını kesip biçiyordu. Ve I. James’in tahta geçmesiyle Lord Chamberlain’in Adamları Kralın Adamları’na dönüşünce bu defa Shakespeare kraliyet sarayını memnun edecek temalar seçmeye başlıyordu.’’

Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve İsmail Türkmen’in çevirdiği kitaptan bahsi geçen konumuza dair daha onlarca örnek verebiliriz. Ancak bu faslı burada bitirip yazarların eserlerini yazma sebep ve koşullarına odaklanmaya başlayalım. Her şeyden evvel dememiz gerekir ki, bu metin ‘’ezber bozan’’ sıfatına malik olacak bir yazıdan ziyade demirbaş niteliğindeki romanların nasıl yazıldığına odaklanıyor ve bununla kalıyor. Şimdi derlememizi Dostoyevski ile başlatarak işe koyulabiliriz:

Dostoyevski (1821 – 1881)

Rus edebiyatının ulaştığı nitelik hacmi konusunda, kendisinden sonraki pek çok filozof ve yazarı etkileyen Dostoyevski’nin payı hepimizin malumu. Türlü aşırılıklarından da bir o kadar herkes haberdardır. Bunlardan bizi ilgilendiren kısmını, yazarın kumar tutkusunu ele alalım. Sigmund Freud, ‘’Sanat ve Sanatçılar Üzerine’’ adlı kitabında dahi yazarın bu bağımlılığına dair şunları aktarır:

‘’Dostoyevski’ye göre, kumar oynamaktan amacı, kazanacağı parayla Rusya’ya dönme olanağını ele geçirmek, kendisini hapse tıktırmalarına fırsat bırakmadan oradaki alacaklılarına borcunu ödemekti. Ama bu bir bahaneydi yalnızca; nitekim sanatçı da bunu görecek kadar keskin zekâlı ve bunu itiraf edecek kadar dürüsttü, asıl önem taşıyan şeyin oyunun kendisi olduğunu biliyordu. (…) Oyuna oturdu mu, üzerindeki bütün parayı kaybetmeden rahat edemiyordu; oyun kendi kendini cezalandırmasını sağlayan bir araca dönüşmüştü.’’

Freud’a göre bu şekilde kendini cezalandıran Dostoyevski, tüm parasını kumara gömene kadar masadan kalkmıyor, böylece kendisi gibi uslanmaz biriyle evlendiği için karısının pişmanlık duymasını sağlamaya çalışıyordu. Herhalde karanlık hakkında konuşacak ilk insanlardan biri olan Dostoyevski, tekrar para kazanmak ve geçinebilmek için kitaplar yazıyordu. Hatta, sayfa sayısına göre para aldığı ve bu nedenle hacimli, kalın kitaplar yazdığı da bilinmektedir. Ünlü Kumarbaz eserini de tamamen kumar borcunu ödeyebileceği bir para temini için yazdığı bilinen bir diğer hadisedir. Bu örneğin karşısına, varlıklı bir insan olarak hayatını sürdüren Tolstoy’u koymak ve ardından ‘’O zaman Tolstoy niçin yazıyordu?’’ demek de mümkündür. Ancak, belirttiğimiz gibi burada yazarları topyekûn ele alarak değil, genel olarak yazma koşullarını anlatmak için derleme yapıyoruz. Bunu tekrar hatırlayarak vereceğimiz misallere devam edelim.

Anthony Burgess (1917 – 1993)

Stanley Kubrick yönetmenliğinde filme çevrilerek sinema dünyasının da meşhur işlerinden biri haline gelen Otomatik Portakal romanı Anthony Burgess’in imzasını taşıyan bir eserdir. Şiddete meyilli dört genç çocuk eserin kahramanlarıdır ve Alex bu çetenin başı olup tüm eser de onun ağzından anlatılmaktadır. Modern toplumu şiddeti seven bir gencin ağzından, sert bir dille eleştiren yazarın bu meşhur eserini yazarken içinde bulunduğu koşullarsa oldukça zorludur. 1959 yılında kendisine tedavi edilemez bir tümör teşhisi konan ve 1 yıl kadar ömür biçilen Burgess, karısının finansal gücü konusunda kaygılanır ve kendi ölümünden sonra eşinin geçinebilmesi için Otomatik Portakal’ı yazar. Hatta aynı sebeple oldukça verimli bir şekilde birkaç esere daha imza atan yazar, tümör teşhisinin gerçeği yansıtmadığı ortaya çıktığında hızını kesmez ve devrin önemli edebiyatçılarından biri olmaya başlar. Hatta, Otomatik Portakal’da yarattığı Alex karakterinin böyle haşin ve hoyrat olması da genellikle yazarın ölümünü öğrendikten sonraki psikolojisini yansıttığı şeklinde yorumlanır.

Ahmet Mithat Efendi (1844 – 1912)

Türk edebiyatının en önemli dönemlerinden biri olan ve roman, deneme, mektup gibi Batılı edebî türlerin hayatımıza ilk kez girdiği Tanzimat Edebiyatı, üzerinde ısrarla durmamız gereken edebî devrelerimizden biridir. Divan edebiyatından uzaklaşılan ve yeni yazın türlerinin hayatımıza girdiği bu dönemin ilk nesli olarak bilinen Ziya Paşa, Şinasi, Namık Kemal halkçı bir tutum sergilemişler ve eserlerini insanlara ders verir nitelikte kaleme almışlardır. O dönemin popüler yazarlarından biri de ‘’yazı makinesi’’ olarak da bilinen Ahmet Mithat Efendi’dir. Kalabalık bir aileye mensup olan müellif, ailenin geçim sıkıntıları nedeniyle 6 – 7 yaşlarında çalışmaya başlar. Yazarlık serüvenine atıldıktan kısa bir süre sonra ağabeyini kaybeden yazar, artık bütün ailesinin geçimini sırtına yüklemek zorunda kalmıştır. On beş kişilik geniş ailesinin tek finansal kaynağı olan yazar, oldukça üretken bir  döneme girmeye başlamıştır. Örneklerini arttırabileceğimiz çalışmalarından birini verelim: Ceride-i Askeriyye ve Basiret gazetelerindeki yazarlığından elde ettiği para ailesini kıt kanaat da olsa geçindirmeye yetmektedir. Matbaa da kuran ve karşısına çıkan iş tekliflerinin çoğunu iyi değerlendiren yazar üretkenliği sayesinde ailesine bakabilmeyi başarmıştır.

Aziz Nesin (1915 – 1995)

Türk edebiyatının yergi ve mizah sahasında en üretken ve nitelikli yazarlarından biri olan Aziz Nesin, ‘’Aziz Nesin’in Aziz Nesin’den Seçtikleri’’nde Fransızca bilmediği halde nasıl Fransızca çeviri yaptığını açıklar. ‘’Parle Vu Fransızca’’ başlığını taşıyan metinde İstanbul’daki Fransız bir turistle kimsenin iletişim kuramadığını, kendisinin de olayı yalnızca izlediğini aktardıktan sonra, Fransızca çeviri yaptığını bilen okuyucularına şunları söyler:‘’Ben Fransızca bilmem ki… Öyleyse nasıl mı Fransızcadan roman çeviriyorum? Eski Türkçe zamanında Fransızcadan çevrilmiş birçok roman var. Ben işte eski Türkçe basılı Fransızcadan çevrilmiş romanları yeni Türkçeyle yeniden yazar, Fransızcadan çevirdim diye yayınevlerine satarım. Bana ‘Parle vu Franse?’ diye sormak kimin aklına gelir?’’

Jack London (1876 – 1916)

Dar gelirli bir işçi sınıfı ailesine mensup olan Jack London, yazarlık kariyerinden önce ciddi ekonomik sıkıntılar yaşamıştır. Çocukluğundan itibaren çalışmak zorunda olan yazar fabrikalarda çalışmış, cam silmiş, bekçilik yapmıştır. Yazar olma ve para kazanma yolunda çektiği sıkıntıları, otobiyografik ögeler taşıyan Martin Eden romanında da anlatmıştır. Eğitim yıllarında yazarlığa soyunan London bu işi giderek daha fazla ciddiye almış ve öyküler kaleme almaya başlamıştır. 1848 – 1855 yıllarına tekabül eden Altına Hücum Dönemi’nde ise o da altın aramak üzere yola çıkmış, fakat bir şey bulamamıştır. Bu olayın ardından öyküleri ve Altın Hücum zamanındaki deneyimlerini aktardıklarıyla iyi bir gelir sahibi olmaya başlamıştır. Daha sonra giderek ünlenen yazar, geçimini yazarak elde etmeye başlamış ve bunda da muvaffak olmuştur.

Sait Faik Abasıyanık (1906 – 1954)

Türk öykücülüğünün mihenk taşı niteliğindeki isimlerinden biri olan Sait Faik, dünyaca ünlü Mark Twain Derneği’nden fahri üyelik almıştır. Yaşar Kemal’in de Cumhuriyet gazetesi muhabiri olarak 1953’te Sait Bey ile yaptığı röportajdan bunu öğrenebiliriz. Abasıyanık’ın son günlerinde onun dert ortağı olduğunu belirten Rıfat Ilgaz şöyle bir anı aktarır:

‘’Sait’in cimrilikle suçlanmasının nedeni, annesine para için başvurma zorunda kalması korkusuydu. Onun bu durumu zaman zaman para konularını deşmeye kadar giderdi. Bir yazar, yazı parasıyla geçinebilmeliydi. Bir gün ikimiz Orman Birahanesi’nin önünden geçerken, Şerif Hulusi dışarı çıkarak bizi masasına çağırdı. Ne içeceğimizi sorduktan sonra:

‘Dergi çıkarıyorum!’ dedi. ‘Siz de yazı vereceksiniz!’ Sait’in yüzü allak bullak olmuştu. Hiç öfkelenecek bir şey yoktu ortada ama, kızmıştı işte. ‘Matbaa buldun mu?’ dedi, gözlerini açarak.

‘Buldum!’

‘Kağıt alacak paran?’

‘Hepsi tamam.’

‘Yazarlara vermek içinde para ayırdın mı?’

‘Ne parası yahu? Size de para mı vereceğim?’ Sait birden ayağa kalktı:

‘Para vermezsen nah alırsın benden yazıyı! Yürü Rıfat gidelim.’ “

Sonuç

Örneklerini rahatlıkla arttırabileceğimiz bütün bu durumlar, yazarlıkla para arasındaki ilişkinin sınırlılığını gözler önüne sermekle birlikte bir hakikate de işaret etmekte gibi görünüyor. O da, yazarların da ekonomik sıkıntı çekmesi, daha fazla gelir elde etmek amacıyla yazı yazmaya başvurması. Derlemedeki yazarların tamamının erkek yazarlar olduğunu biliyor ve bu nedenle affınıza sığınıyorum ama en popüler örnekleri sıralama gibi bir kaygı güderken ortaya böyle bir liste çıktı. Şimdi tekrar dönelim, Larry Shiner’ın ‘’Sanatın İcadı’’ kitabında ifade ettiği düşüncelerine… 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’daki sanatın bir mit haline getirilmesi, genellikle birkaç asır önce çıkılan Ortaçağ ve uzaklaşılan kilisenin ardından yeni bir mit yaratma ihtiyacı olarak değerlendirilmiştir. Farklı sebeplerin de sıralanmasının mümkün olması bir yana, sonuç olarak bu gerçekleşmiş ve bir tiyatro metninin, romanın, resmin üretildiği koşullar, sanatkârların eser üretirken yaşadıkları kaygılar göz ardı edilmiştir. Varlıklı ailelerden gelen yazarların para için yazmaya ihtiyaçları olmadığını tekrarladıktan sonra genellikle sanatçıların, konumuz özelinde de yazarların itici kuvveti umumiyetle geçim sıkıntısı olmuştur. Bizim bugün zamanların üstünde, klasik ya da alanında verilen en iyi örnekler olarak baktığımız eserler, yaratım sürecinde oldukça somut ve maddi süreçlerle şekillenmiştir. Evet, rüştünü ispatlayan birçok yazarın günümüzde otorite haline gelen eserleri, bir alıcının talebi ya da ekonomik kaygılarla ortaya çıkmıştır. Sanata ve sanatçıya fevkalbeşer bir kutsiyet atfetmeye, onun anlaşılmaz ve karmaşık bir yapıya sahip olduğuna yönelik ezberci anlayış 18. asırdan bugüne sürmekte ve günümüz modern sanatı da bu yanılgıyı devam ettirmektedir.

Tüm bunları ele alırken, dünya ve ülke genelinde saygınlık kazanan yazarlara yönelik olumsuz bir girişimim olmadığını belirtmekle birlikte ‘’kral çıplak’’ diyebilmenin de önemli olduğunu düşünüyorum. Pek çok eserin zaruri ihtiyaçlardan doğmuş olması yapıtın müellifinin değerini düşürür mü? Asla! Aksine; zorunluluklardan doğan pek çok eserin bugün başyapıt olması, yazarların kabiliyetini, büyüklüğünü gösterir. Ancak, bu eserlere bağlamından ve yaratım sürecinden uzaklaşarak baktığımız zaman biz de tuzağa düşmüş ve meseleye görmek istediğimiz şekilde bakmış oluruz. Belki konu özelinde yapılan yorumlardan en iyisi Rıfat Ilgaz’ın sözlerinde saklıdır: Bir yazar, yazı parasıyla geçinebilmeliydi.

Kaynakça: 1, 2

Hazırlayan: Mert Bekçi

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir